Bir Ayvalık Hikayesi--Müjdat SOYLU
- Zeytin Hasadi Dergisi
- 24 Eyl
- 5 dakikada okunur
Ayvalık… Yalnızca üç heceli bir sözcük… Ancak derinlerinde sakladığı gizler bu kadar değil. Uzaktan, yakından bu sözcüğü duyan veya bilenlere az çok elbet bir şeyler hatırlatır bu şehir. Ne var ki her birinin bildiği kendisine aittir… Paylaşır ya da kendinde saklar. Oysa bu şehrin bildiklerinin tümünü onun dışında kimseler bilemez tam olarak. Neler görmüş, neler yaşamış, neler geçirmiştir...
Şahsen, kentleri, kasabaları, köyleri birer "ana kucağı" olarak görmüşümdür hep. Tabii ki o yerde doğmuş olanlar için. Öyle ya; her yavrunun sıcacık ilk yuvası, bağrından çıktığı anasının kucağı değil midir? Böylesi binlerce "ana" ile dopdolu topraklara bu yüzden "Anadolu" denmiştir bence.
Hikâyemizi derleyip bize aktaran da Ayvalık adlı güzeller güzeli ananın bir yavrusu.
Bir Ayvalıklı… Sıcak bir mayıs günü Zekibey mahallesinin bir evinde dünyaya gelen o bebeğin gözlerine giren ilk ışık, ciğerlerine dolan ilk hava da "Ayvalık Ana"ya ait elbette. Yavrunun doğumuna giren ve yüzlerce Ayvalıklının da ebesi olan Op. Dr. Hadi İskit, elleri ile bu dünyaya çekip aldığı bebeğin yüzüne bakınca ağzından şu sözler dökülmüş: "Haydi bakalım, İsa Efendi gelmiş, hoş gelmiş." Yıllar sonra yavru büyüdüğünde de kendisine İsa Efendi’ye çok benzediği söylenmiş hep. Yumuk yumuk, biraz da buruşuk bir bebek yüzünde 50'li yaşlarını geçmiş bir yetişkinin çizgilerini görebilmek nasıl bir yetkinliktir böyle! Nurlar içinde olsun Hadi Bey. Boylu poslu, üstlendiği görevi gibi kendi de büyük adam.
İsa Efendi, yavrunun anne dedesi. Ayvalık'ın bilinen esnaflarından. Sırası ile, Gemi adamlığı, taş ocağı işletmeciliği, nakliyecilik, kahvecilik yapıp ekmeğini tırnakları ile kazıyarak taştan çıkaran birisi. Dahası, en sonunda çok uzakları sezerek Ayvalık'ta henüz turizmin esamisi okunmazken, taa 1950'lerin ortalarında kendine yeni bir ev yaptırmakla kalmayıp, bu evi yaz aylarında otel olarak çalıştıran, ufku çok geniş, saygıyı hak eden bir şahsiyet. Derler ki; İsa Efendi o zamanın belediyesinde imar müdürü olarak görev yapan inşaat teknikeri, proje çizmeyi bilen, Balkan göçmeni Boşnak Tafil Türkkan beyden öyle bir proje çizmesini istemiş ki hem kendisi konut olarak kullanabilsin hem de yaz aylarında otel olarak işletebilsin. Nitekim öyle de olmuş. Küçük yavru biraz büyüyüp sekiz yaşına gelince son vedası olduğunu bilmeden hasta yatağında yatan İsa dedesine, derslerine çalışıp, okullarını bitirip "Büyük Adam" olacağına dair söz vermiş. Tafil Bey de sonradan hac vazifesi için sevdiğinin yanına gittiğinde sevgilisi de onu bırakmayıp yanında alıkoymuş. Ruhları şad olsun!
Göçmen dedik ya; İsa Efendi de 1910'lu yılların hemen başlarında kendisi daha sekiz yaşındayken, İmparatorluğun çöküş süreci iyice belirginleşmeye başladığında Balkanlardan anayurda göç etmek zorunda kalan çok çocuklu, eşini oradayken kaybetmiş bir babanın en küçük oğlu. O yörenin ağzı ile "Hüseyin Ago", yani Hüseyin Ağa. Terk edip geride bıraktığı aile topraklarının çevresi at sırtında bile bir günde dolaşılamayan, İsa Efendi’nin babası "Hüseyin Ago". Hüseyin Ago, Balkanlardan hemen Ayvalık'a göç etmemiş. Balkan Savaşı yenilgisi ile anayurda sığınan tüm göçmenler gibi, önce İstanbul'a gelmiş. Üçü erkek ikisi kız beş evladı ile. Hüseyin Ago anayurda gelmeden önce en büyük kızını da orada bırakmış istemeye istemeye. Ailenin orada kalanları aklına girmişler, "Senden bir yadigâr kalsın bari bize," diyerek bir Arnavut genci ile evlendirmişler kızı alelacele. Zühre kız da kaderine boyun eğip, kocasının memleketine, Tiran'a yerleşmiş sonradan. Yıllar boyu babasının ve küçük kardeşlerinin hasreti ile yaşamış orada. Neden sonra zar zor bir fırsatını bulup Enver Hoca'nın ve katı rejiminin seyahat prangalarını kırıp Ayvalık'a kardeşlerini görmeye geldiğinde, onların henüz ölmüş olduklarını öğrenmiş. Müthiş bir hüzün ve hayal kırıklığı içinde İsa Efendi’nin evinin balkonunda oturup hüngür hüngür ağlamış. "Gardaşlarım demek burada yaşamışlar," diyerek, hıçkırıklara boğularak.
İstanbul'da uzun bir süre kalan Hüseyin Ago, diğer iki kızını da orada evlendirmiş.
Sözün özü yavrularını adeta döke saça, oradan oraya savrulup gitmiş uzun ve çileli ömründe.
Hüseyin Ago'nun nasıl olup da en sonunda Ayvalık'ı keşfedip kendisine ve geride kalan üç erkek evladına son durak olarak seçtiği meçhul. Ancak bu hikâyeyi derleyip bizlere aktaran kahramanımızın bu konuda bir tahmini var. Yıllar yılı dede evinin duvarında asılı duran siyah beyaz bir fotoğrafı Ayvalık fotoğrafı zannedip dururmuş hep. Günlerden bir gün, fotoğrafın arkasını çevirip orada "Ohrid" yazdığını görünce yaşlar gözünden sicim gibi akmaya başlamış. İşte o zaman sezebilmiş gerçeği kahramanımız. Pırıl pırıl ve dupduru suları ile dünyaca meşhur Ohrid gölünün kıyısında yer alan o güzelim şehrin, yani öz anasının sıla hasretiymiş olsa olsa Hüseyin Ago'yu Ayvalık'a çeken. Çok çok eski çağlardan günümüze kalan, derin uykusunda sessizce yatan bir kalderanın krater ağzı olan Ayvalık'ın iç denizine bakıp bakıp içinde baş edilmesi çok çetin ne duygu fırtınaları yaşadığını kimseler tahmin edemez olsa gerekti Hüseyin Ago'nun, yalnızca kendisinden başka.
Yavrumuzun diğer dedesi, Zekibey mahallesinde dünyaya geldiği evin sahibi "Tevfik Ağa". Bakmayın siz kendisine "Ağa" denilmesine. Öyle mal mülk ağası değil. Ancak bu hitap da boş yere söylenmez bir kimseye. Ağır başlı, oturaklı, hemen herkesin saygı duyduğu, sözü dinlenir, ciddi olduğu kadar da esprili, bilge bir adam. O da mübadil. Midilli adasının Çömlekköy'ünden. Babası, dedesi, hepsi İstanbul'da medrese eğitimi almış tahsilli kişiler. 1900 yılında dünyaya gelen Tevfik Ağa, okuma yazmayı öğrenmiş ama Balkan Savaşı, 1. Dünya Savaşı, İstiklal Harbi derken kendisi o çalkantılı yıllarda ailenin yüksek öğretim geleneğini sürdürememiş. Ayvalık'a geldiğinde kendisine verilen mübadil hakkı küçük zeytinliğinde çalışmış, Çiftçilik, Yapı Ustalığı gibi işlerden ekmeğini kazanmış. Zekibey mahallesindeki o evi de kendi elleri ile inşa etmiş. Ayrıca, bugünkü gibi eline testere alan herkesin budama yapamadığı o yıllarda Ziraat Vekaleti’nden alınmış olmakla, vesikalı bir "Zeytin Budama Ustası". İşini sanat ve kuralına göre yapmayı gaye edinen, sonucunda da övgü alan birisi.
Tevfik Ağa'nın iki oğlu olmuş. Büyüğü Suat, küçüğü Selçuk. Selçuk çok küçük yaşlarda vefat edince evlat acısı da yaşamış Tevfik Ağa. Geriye kalan tek yavrusunu bağrına basmış çaresizce. Ayvalık'ta ve tüm yurtta görece yokluk ve fakirliğin ağır bastığı 2. Dünya Savaşı öncesi ve süresince tek oğlu Suat'ı büyük bir fedakârlıkla, tüm yoksunluğuna rağmen okutmayı amaç edinmiş. O yıllarda Ayvalık'taki en üst okul, ortaokul. Bırakın liseyi, ortaokulu bitirenler bile tahsilli sayılıyor. Tevfik Ağa biricik oğlunun ilk ve ortaokulu Ayvalık'ta bitirmesinden tatmin olmayıp Suat'ı Ticaret Lisesi’ni okuması için İstanbul'a yolluyor. Onun emeğine, iş gücüne, aile bütçesine katkısına zırıl zırıl ihtiyacı olduğu halde. Suat birkaç yıl sonra Ticaret Lisesi’ni de bitirip döndüğünde, gururla babasına diplomasını göstererek, "Babacığım, çok şükür okul bitti. Konuştum, bankada işim hazır. Hemen başvurumu yapacağım. Maaşlı ve sigortalı bir işim olacak, artık rahat edeceğiz," dediğinde, Tevfik Ağa'nın beklenmedik bir şekilde yüzü asılır gibi olur. Bir kaşını yıkıp diğerini kaldırarak oğluna sorar: "Yok mu bu okulun daha üstü?"
Lise mezunlarının parmakla gösterildiği, gelişen Türkiye'nin açılmış kadrolarının onları beklediği bir dönemde Tevfik Ağa'nın, "Git!.. Onu da bitir, öyle gel!.." diyebilmesindeki ulvi yüceliği değil o günkü şartlarda, bugün dahi gösterebilmek çok zordur.
Rivayet odur ki; Tevfik Ağa, kendi kaderinin olumsuzluğunu, içindeki ukdesini, zincirin eksik parçasını bu şekilde tamamlayarak huzura ermiştir. Böylelikle sadece biricik oğlunun değil, oradan gelecek olan tüm neslinin kaderini de olumlu etkilemiştir. Ruhu şad olsun!..
Kahramanımızın derleyip bize aktardığı hikâye bu kadar değil elbette. Uzunca bir devamı da var. Ancak bizim amacımız hepsini anlatıp okuyucuyu bıktırmak değil, tadında bırakmak. Hikâyemizde ismen ve saygıyla andığımız tüm şahsiyetler gerçek kişilerdir.
Günümüzde çoğu kişinin duymadığı, bilmediği, sıradan sayılabilecek, hani derler ya "Yurdum insanları…" Böylesi yüzbinlerce insan geldi geçti bu şehirden. Her biri az ya da çok izler bıraktı.
Dedik ya, "Ayvalık Ana" bu hatıraların tümünü biliyor. Biz ise pek azını…










Yorumlar