Ayak İzleri Her Yerde; Fikret Muallâ-Halil GENÇ
- Zeytin Hasadi Dergisi
- 18 Eyl
- 8 dakikada okunur
Kaldırımlar, yollar, bahçeler bütün gün yanıp kavrulurdu sıcaktan. Kent yaşamının sıkışıklığından bunalan, dinlenmek için kendilerini buralara atan tatilcilerin yaptıkları şeylerden biri denize girmek, diğeri, sandalyeyi denizin kıyıcığındaki ıslak kumlara gömüp, şezlongun yarım yamalak gölgesinde telefon karıştırmak olurdu.
Bu kez Naki Kaptanın teknesiyle açılmışlardı. Kaptan, arada bir görüştüğü, sohbetini çok sevdiğini söylediği Mürsel’i de davet etmişti tekneye. Mürsel sanat tarihçisiydi. Uzun yıllar büyük şehirlerde yaşadıktan sonra, araştırmalar yapmak ve resim sanatında kıyıda köşede kalmış, zamanla unutulacağından endişe ettiği anıları derlemek için, adı sanatçı kenti olarak da öne çıkmaya başlayan Ayvalık’a yerleşmişti. Kaptan, “hikâyen varsa gel,” demişti Mürsel’e, onun dağarcığının zenginliğini bilerek. “Sen hikâyelerinle balıkları oyalarsın, biz yakalarız.”
Hiçbir şeyi amaçlamadıkları için her şeyleri keyfe keder olacaktı. Denizden bir şeyler alırlarsa dönüşte, kulübün önündeki verandayı şemsiye gibi örten asmanın altına otururlar, az ilerideki mangalı yakarlar, ızgaraya gelecekleri ızgara, gelmeyecekleri tavaya yatırırlar; hiçbir şey alamazlarsa da Kaptanın buzdolabındaki midyelerle idare ederlerdi. Tedbirliydi Kaptan. Közde patlıcanla, ızgarada mantarla, soğanla, sarımsakla bulurlardı şişenin dibini.
Sofralarında birileri olsa da olmasa da, asıl konukları Ayvalık olurdu. Bir akşam sokaklarının birinin, gelmişiyle, geçmişiyle hani geleceğiyle tüm hayatını konuşurlarsa; başka bir akşam Ayvalık’ın iz bırakan insanlarından söz ederlerdi. Kaptan sonradan gelip yerleştiği Ayvalık’ın dibini köşesini, insanlarını, evlerdeki yerlerdeki yollardaki değişiklikleri, “benim” diyen bir Ayvalıklıdan iyi bilirdi. “Yazsana şunları yahu,” derdi Galip Bey, “dahi nesil değiştikçe unutulup gidecek bunlar.”
Kaptan, Mürsel’i işaret ederdi. Ona göre Ayvalık yüz yıllar öncesine dayanan bir yerleşim olsa da, insanının kökleri zeytininkiler gibi derinlerde değildi. Büyük Taarruz’dan önce yirmi bir bin olan nüfusun yirmi bini Rumlardan oluşmaktaydı ama, sonrasındaki birkaç yıl içinde bambaşka ilişkiler ortaya çıkmıştı.
“Adam geçen yüzyılın başında doğmuş, üçüncü çeyreği içinde de ölmüş. Benim üç aşağı beş yukarı o tarihlerde doğduğumu hesap ettiğimde, ben biraz erken, o biraz geç doğsaydı ucundan kıyısından tanışabilirmişiz. Unutuyorum tabi, Paris’te ölmüş seninki, rüyasına yatmış bile olsam ulaşamazdım Paris’e filan,” dedi Mürsel, tekne açılırken.
“Kimden söz ediyorsun? Bir şey mi soracaktın buluşsaydın?”
“Çok şey sormayı isterdim, yazık ki erken bir ölüm onunki. Bugün ölüm yıl dönümü. Üzüntü, neşe, kaygı, kavga, tasa, her şey olmuş hayatında.”
“Hepimizin hayatında var bunlardan. Daha farklı şeyler söylemen gerekiyor,” dedi Galip Bey.
“Onun hayatı sahiden farklı. Senin benim ona benzememiz mümkün değil. Bana sorarsan tercih de etmem.
Teknolojinin, anne karnındaki çocuğun cinsiyetini bilebilme olanağının olmadığı zamanlarda dünyaya geliyor. Anne baba kız çocuklarının olmasını çok istiyorlar, İstanbul’da, tüm hazırlıklarını da buna göre yapıyorlar. Çocuğun adını bile belirlemişler, Muallâ! Çocuk erkek olunca, ailede tam bir hayal kırıklığı yaşanıyor.”
“İşe bak, çoğu toplumda tam tersi kabul görürken! Halide, Efe’den sonra bir de kızımız olsun istemişti.”
“Doğrudur. Nüfusa kaydetmeleri gerek. Baba, adı bari Fikret olsun, demiş. Neyin takıntısıysa bu, bir süre kız elbiseleri giydirmişler küçük Fikret’e. Evin içindeki, akraba ortamlarındaki, çevresindeki davranışlardan Muallâ, kendisinin, annesi babası tarafından benimsenmediği, sevilmediği duygusuyla büyümüş. Hayat da genç Muallâ’ya adil değil. Futbol oynarken ayağı kırılıyor, tedavi görse de topal kalıyor.
“Çocuk yaşta, çok yazık olmuş. Ezik hissetmiştir hep.”
“Pek sevdiği dayısı gibi futbolcu olmayı hayal edermiş. Dayısı kim mi? Fenerbahçe’nin sıkı futbolcularından, iki yıl da Galatasaray’da futbol oynamış olan Topuz Hikmet! Topuz’un hikmeti nedir diye sorarsanız, Fenerbahçe armasını çizmiş olması!”
“Sahi mi? Bugünkü armayı mı?”
“Bugünkü, evet. Sarısıyla lacivertiyle hem de.”
“Vaayy adamdaki spor ahlakı pek sağlammış.”
Arkasından, okuldan eve taşıdığı grip nedeniyle anneyi kaybediyorlar ve baba başka bir kadınla evlenince sorunlar iyice tırmanıyor. Baba başa çıkamayınca yurt dışına gönderiyor bunu.”
“Anladım genel gidişatı. Ben olsam göndermezdim. Evlenmezdim de. Gerçi evde iki erkek kolay değil ama çocuk annesinin ölümünden kendisini suçlu görürken babanın evlenmesi olmamış.”
“İyi ki kızın var Galip Bey, bakıyor sana. Evde kadın eli olmazsa olmaz. Cici anneyle baba bir olup Muallâ ile konuşsalardı farklı olabilirdi, diye geçmiştir aklımdan.”
“Ayvalık büyük bir çevre değil. Böyle bir durumda herkes sahip çıkardı çocuğa.”
“Baba İsviçre’de mühendislik okumasını beklerken seninki Almanya’ya geçip Güzel Sanatlar’a kayıt yaptırıyor ve bitiriyor da okulu. Parasız kalınca da Fransa’ya geçiyor. Resimde belli bir yol alsa da maddi olanaksızlıklar nedeniyle yurda dönüyor. Dikkatinizi çekerim Kurtuluş Savaşı olmuş bitmiş, toplumda yenilikler, ardı arkası kesilmeyen sıkıntılar bir arada yaşanıyor. Kendini resimle ortaya koymaya çalışan bir Muallâ var. Üstüne üstlük, yurt dışında üzerine yapışıp kalan alkol alışkanlığı tepesinde dolanıp dururken...
Düşünelim şimdi, Muallâ otuzlu yaşlarda Bakırköy Akıl Hastanesi’ne gitmek zorunda kalıyor. Neyse ki Abidin Dino var yanında. Ona sorsan gitmeyi kesinlikle reddediyor, ısrar eden Dino. Hastanenin ikinci hekimi Dino’nun arkadaşı. Muayene göstermelik olacak, deli olduğuna dair rapor alınacak. Yanlış duymadınız, deli olduğuna dair rapor almasından söz ediyorum. Muallâ’ya kalsa raporda deli ya da akıllı yazmasının hiçbir hükmü yoktur! Cumhuriyet on beşli yaşlarda. Merak ettim, hangi olay onu bu noktaya sürüklemiş olabilir diye. Araştırdım da.
Anlatırlardı, dedem ağır ceza hâkimiymiş. Davasına baktığı biri, ‘gözlerimle gördüm hâkim bey, bu adam suçludur,’ dediğinde, ‘bırak sen hüküm vermeyi oğlum, hâkim benim. Sen gördüklerini anlat,’ dermiş. Dedemin sözleri aklıma yer ettiğinden sanırım, Muallâ’yı Bakırköy Akıl hastanesine sürükleyen olayın peşine düştüm ben de. Muallâ sahiden Ata’ya küfür etmiş olabilir miydi?
Seninki bir resim satmış, akşam oturmuş eziyorlar parayı! Durmasını bilmiyor, fena içiyor yine. Nasıl denir, kibrit çaksan alev alacak. Arkadaşları eve götürmeye çalışırken o ara, duvardaki Atatürk portresine ilişiyor gözü. Vücut oranlarındaki uyumsuzluk canını fena sıkıyor, önce söylenmeye, sonra kızıp bağırmaya başlıyor. Resmin altındaki imzaya bakıyor, Almanya’da resim eğitimi alırken dersine giren hoca olmasın mı? Bir anda kontrolden çıkmış her şey. Adama küfretmeye başlıyor ve “böyle resim mi olur ulan,” deyip resmi parçalamaya kalkıyor. Karga tulumba, alıp nezarete atıyorlar bunu. Anlattıklarını dinlemiyorlar bile. Yer misin yemez misin, ağız, burun haşat oluyor Muallâ’da. Sen Ata’ya küfrettin diye falaka, işkenceye varacak eziyetler, feci halde hırpalanıyor. Otuzların devlet refleksi olsa gerek, İsviçre, Almanya, Fransa dolaştığı için de casus olabileceği şüphesi diğer yandan. Neyse ki arkadaşları haber alıyor. Karakola ilk yetişen, Bedri Rahmi. Biraz dinleyince anlıyor meseleyi. Başkomisere, Muallâ’nın deli dolu biri olduğunu anlatmaya çalışıyorsa da kabul ettiremiyor. Durum adliyelik oldu olacak, Bedri Rahmi, yanında Fikret Adil en son araya hatırlı insanlar sokuyorlar. Başkomiser, ‘gidin Bakırköy’de muayene ettirin, deli raporu alın serbest bırakayım,’ diyor bunlara.
“Yaşamıyla, resmiyle, renkleriyle bu kadar yakından ilgilendiğine göre belli ki izini epey sürmüşsün. Ayvalıklı mı bu zat?”
“Değil, ama kısa bir dönem Ayvalık’ta resim öğretmenliği yapmış.”
“Vaay ilginç bir hikâye sahiden. Gitmiş mi Bakırköy’e?”
“Dino durumu sonradan yazmış da. İş ciddiye binince ürkmeye, derken sızlanmaya başlıyor seninki. Dino’nun doktor arkadaşı Muallâ’daki keyifsizliği sezince, “çok özel bir misafirimiz daha var, tanışınca korkarım postu serersiniz buraya,” diyor onları hastanenin farklı bir bölümüne götürüyor. Sürpriz, sahiden enteresan! Neyzen Tevfik kapıda karşılamış bunları. Muallâ’yla sarmaş dolaş olmuşlar. Velhasıl Muallâ, doktor Mazhar Osman’ın gözetiminde dokuz ay Bakırköy Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastanesi’nde kalmış. Mazhar Osman da Neyzen Tevfik de bir bakıma şansı olmuş ama bu dokuz ay, sonraki yaşamında onulmaz yaralar açmış.”
“İyi de ne demeye gelmiş buralara?”
“Rivayet çok. ‘Ayvalık’a gelen değil Ayvalık’tan kaçan ressam,’ diyenler de var. Parasız kaldığı için gelmiş, diyenler var; küçük bir kıyı kasabasının kendisine iyi geleceğini düşünmüş diyenler var. Belki ikisi de.”
“Otuzlarda Ayvalık’ta saygın bir kültür ortamı var aslında.”
“Doğru. Sinema, tiyatro, hatta bohem sayılabilecek bir hayat da var, ama şimdiki gibi kültür sohbetleri yapabileceği birileri var mıydı bilemedim. O yıllarda yirminin üzerinde zeytinyağı fabrikası var burada. Ayvalık, zeytinyağı ve sabun üretiminde de ihracatında da diğer yörelere göre oldukça gözdeymiş. Olasılıkla mülki amirlerin ilgi yönelimleri bu doğrultudaydı. Uzun süre yurt dışında bulunduğu için, okul müdürü, Muallâ’dan başka dersler vermesini de istemiş olabilir. Dosyasında alkol tedavisi görmüşlüğü de yazılı. Sebep ne olursa olsun, istifa etmemiş, kızgınlık ve kırgınlık içinde Ayvalık’ı bırakmış gitmiş. Salâh Birsel okurken rastlamıştım, İstanbul’a vardığında, “okul müdürünü kovdum geldim,” demiş. “Zeytinyağ zeytinyağ, neredeyse salata olacaktım. Kaçtım geldim!” (*)
“Resmi bir süredir izleyemiyorum ama renklerinden çok etkilendiğimi söylemeliyim,” dedi Kaptan, Mürsel’in konuşmasının arasına girerek. “Biri Almanya’da biri Fransa’da iki sergisini gezmiştim. Renklerinde çocuksu bir neşe vardı, cıvıl cıvıl, ilk bakışta hissediyor insan. Aynı gün bir de panel vardı. Fransızca olduğu için konuşmaların tamamını anlayamadım ama anlatılanlara göre romantik bir insan. Çevresindeki eşyaya, yaşama, insanlara karşı duyarlı bir yaratılışı var. Aşırı duygusal, biraz içe kapanık.”
“Kaptanı hafife alma Mürsel kardeş,” dedi Galip Bey. “Muallâ’yı mezarında görmeye gitmiş olabilir.”
“İllaki giderdim ama torbaya doldurup İstanbul’a getirmişlerdi.”
Panelistlerden biri, sanatçılara özgü, yaratıcılığı, coşkuyu, içe dönük olmayı, çoklu kişilik yapılarını anlatırken küfür eğilimlerini de yorumlamış. Sözü Muallâ’ya getirince izleyenler arasında bir gülüşmedir, bir kaynaşmadır gitmiş. O anda, izleyenlerin sanat tarihçisi ve ressam olduklarını, Muallâ’yla yollarının bir şekilde kesiştiğini düşünmüş Kaptan.
“Eder abi. Etmiştir. Küfür sanatçının gıdası bence,” dedi Mürsel. “Şairin, yazarın, ressamın, hayata bizim gibi bakmasını beklememek gerekir. Adı üstünde, sanatçı! Sıradan olursa sıra dışı işleri nasıl yaratsın?”
“Birçok kez niyetlenmiş de olsam, devamını getiremedim. Sebebi budur kim bilir.” “Güzel Sanatlar’daki hocamız, Muallâ’nın resimlerindeki renk cümbüşünün duygusal açlığına yorumlanabileceğini söylemişti,” dedi Mürsel araya girerek. “Bir bakıma normal yaşamında bulamadığı, buluşamadığı incelikleri, kalemiyle, fırçasıyla, renklerle ortaya koymuş oluyor. İnsan denen mahlûkattan o kadar yılmış ki her an polis tarafından izlendiği endişesinden sıyrılamıyor, günlerce insan içine çıkmadığı oluyor. Yine hocamız, ‘insanın inceliğine, insan olmanın erdemine bu kadar aç olmasaydı, kalemi bu kadar coşkulu, resimleri bu kadar renkli olur muydu bilmek zor,’ derdi.”
Galip Bey diğer ikisini dinliyor görünse de balığa fena kaptırmıştı kendini. Arka arkaya iki iri çipura aldı. Güneş Cunda’nın tepelerinin ardına düştüğünde toparlandılar.
Güneş batmış olmasına karşın hâlâ sörfle uğraşan, denize batıp çıkanlar vardı. Kafe çalışanları dört masa birden hazırlamışlardı. Konuklardan biri, her yanı kömür karası bidon içindeki ateşi harlamakla uğraşıyordu. Bahçeye ulaştıklarında kızartma kokusu karşıladı onları. Ne mezeler hazırlanıyordu kim bilir? Mürsel balık kovası elinde doğrudan içeri geçti. “Muallâ bizim resmimizi çizer miydi Kaptan, ne dersin?” diye sordu Galip Bey, tekneyi iskeleye bağlamakla uğraşan Kaptan’a.
“Niye yapsın ki öyle bir delilik?”
“Gündelik hayatın resimlerini yaparmış ya. Uzaktan bize bakan birileri ne görür sence?”
“Hüzün görebilir; ‘yazık adamlara, yapacak işleri yok, ölümü itelemeye çalışıyorlar bir yandan…”
“Hüznü karıştırma şimdi, mutluluk görebilir bence. ‘Kahve köşelerinde karasinek sayarak ölümü bekleyecek yere, temiz havada ooohh! Al denizden balığını, yatır rakıya.’ Üstadın tarzı tam da bu anlayabildiğim kadarıyla.”
Naki Kaptan kovadaki balıklardan birkaçını ayırıp dolaba kaldırdı, kalanları Mürsel’le karısının önündeki leğene bıraktı. Mürsel alışkın hareketlerle pulları kazıyor, yüzgeçleri sıyırıyor ve denizden aldıkları suya atıyordu. Karı koca kısa sürede hepsini temizlemiş, yeniden yıkamış, üzerlerine bıçakla derin kesikler atarak ıslak bir bezle kapatıp dinlenmeye bırakmışlardı.
Zakkum kokularını önüne katan hafif bir meltem kıyıya dokunup geçiyordu. Bu zarif uçucu kokuyu bilenler durup çevreye bakınıyor, bilmeyenler zaten farkında olmuyordu. Gövdeleri yamru yumru iki zeytin ağacının arasına gerilmiş olan hamağın çevresindeki çocukların çığlık sesleri bile kimsenin dikkatini çekmiyordu.
Yendi, içildi, kadehler yeniden kalktı. Karavanıyla gelenlerden biri gitarıyla aralarına katıldı. Hep bir ağızdan şarkılar söylendi. Sevgili oldukları her hallerinden belli, el ele diz dize ikisi birden hang drum çalan gençlerden şarkılar istedi birileri, çaldılar onlar da. Ellerin vuruşundan, parmakların dokunuşlarından çıkan melodik sesler, Cunda’nın sahillerinde durmaksızın aşağı yukarı akan renk cümbüşüne karıştı. Gecenin büyüsüyle kendilerinden geçen konuklar videolar çekip paylaştı.
Mürsel, coşkuyla Fikret Muallâ anlatmaya başlamıştı yeniden.
“Düşünebiliyor musunuz, hayatının büyük bir bölümünde atölyesi olmamış adamın. Kalemleri, kâğıtları, boyaları paltosunun cebinde ve o palto, gittiği her yerde üzerinde. Yürürken, aklına esince kenara oturup çiziveriyor. Bara mı takıldı? Akıl hastanesinde mi? Otel odasında mı sabahladı? Bitirmek zorunluluğu hissetmeden, çiziyor atıyor kenara. Abi desenlerine bakıyorsun, yemyeşil yüzüne sarı gölge düşmüş bir kadın! Zihni itiraz etmek istiyor insanın, ama duyguları uyuşuyor. Bir bakmışsın resmin sana dayattığı gerçekliği o haliyle kabullenmişsin. Tam bir teslim olma hali yani!
Aslına bakarsan yaptığı, yaşadığı anları kayıt altına almak gibi bir şey. Barda hesap geldi, para yok, ee o anda çevresinde gördüklerini resmediyor, oracıkta yapıverdiği resimlerle ödüyor. Nargilesini fokurdatan bir kadın, iskambil oynayanlar; piyano, cümbüş, saksafon çalan insanlar birkaç dakika için de, şimdilerde paha biçilmez eserlere dönüşüyor. O anları ölümsüzleştirmesi önceden tasarladığı bir şey değil, her şey anlık! Hiçbir şey ısmarlama ya da kurgu değil. Hazırlıksız, öylece. Bir fotoğraf karesi zaten değil. Kol, bacak, omuz her neyse, orantılı olsun diye bir kaygısı yok. Ama biz, işte tam burada, objektifin bile göremediği o ruh halini fırçanın ucunda hayranlıkla seyrediyoruz.”
Galip Bey dinledikçe, zihninin, okul müdürüyle Fikret Muallâ arasındaki çekişmeye kaydığını fark etti. Müdürü dövmüş müydü sahiden? Muallâ’yı bu saldırganlığa iten şeylerin neler olabileceğini düşündü bir süre. Muallâ’nın dünyaca ünlü bir ressam olacağını o yıllarda kimse bilemezdi kuşkusuz, ama müdürün, yurt dışında sanat eğitimi almış, Galatasaray’da öğretmenlik yapmış, aylarca İstanbul sokaklarını çalışmış birine sahip çıkması, onu koruması gerekmez miydi? Muallâ çekip gitmese, Ayvalık’ın sokaklarını, ağlarını tamir eden balıkçıları, benzersiz evlerini, evlerin birer sanat eseri kapılarını, cumbalarda miskin kedileriyle uyuklayan yaşlı kadınları resmetseydi eşsiz bir şey olmaz mıydı? Zeytin ağaçlarına sırık uzatan köylüleri, Macaron’da asma altında, Camlı Kahve’de aznif oynayan ihtiyarları, sohbet edenleri çizip boyasa, o zamanların yaşayış tarzını görmek bakımından muhteşem bir şey olmaz mıydı? Cunda’dan teknelerle gelip Çamlık sahilinde çamların altında Hıdrellez kutlayan Adalılar tuvallerine sığmazdı. O dönem misliyle övünülen zeytinyağı fabrikalarından, sokakların birkaç fotoğrafından, anılardan başka neler kalmıştı ki geriye? Anlaşılan arkasını birilerine dayanarak kendini var eden asalaklardan olmamaktı Muallâ’nın cezası. Müdür birilerinden korkusuna ya da itibarlı bazı velilerin galeyanına gelmişti kim bilir! Kim bilir belki sahiden, herkes kendinin tutsağıydı.(*) Salâh Birsel, ah Beyoğlu vah Beyoğlu s.67










Yorumlar