top of page

Zeytinin de insanın da özü baskı altında ortaya çıkar-İnci VURAL


Zeytinin de insanın da özü baskı altında ortaya çıkar.

    Bu sözü çok uzun yıllar önce Ayvalık’ta bir zeytinyağcının yazıhanesinde görmüştüm. Ama ne hangi zeytinyağcı ne de hangi yazıhane olduğunu hatırlıyorum maalesef.

    Bahsettiğimiz yıllar, bundan kırk sene önce tabii.

    Sarımsaklı’nın mısır tarlası olduğu, Talatpaşa Caddesi’nden araba ile gidilebildiği, Tunç Otel’in boş havuzunda sene sonu müsamerelerinde folklor kıyafetleri ile dans ettiğimiz yıllardı.

    Şeytan Sofrası’na çıktığınızda sadece dört beş kişi görürdünüz. Babamlar (Dr. Doğan Vural), Dr. Yalçın Bey (Sağun) ve İbrahim Buldanlı sık sık ava gider, dönüşte de Galagur’da bir tek içip ellerinde sığırcıklarla eve gelirlerdi. O kuşları da annem temizler, pilav ile pişirirdi.

    Ben o zamanlar, Ayvalık’ı Türkiye, Cunda’yı Yunanistan ve dünyayı da bu iki ülkeden ibaret sanırdım.

    O tarihlerde, Ayvalık’ta pek “dışarlıklı” kimse olmaz, olduğunda da bayağı yadırganırdı. Bu yazıda, kendi kişisel tarihimdeki Ayvalık gözlemlerimi mesleki bir süzgeçten geçirip, psikolojik teorilerle kısaca açıklamak istiyorum. 

    Ayvalık gerçekten de insanların özünün ortaya çıkması için uygun bir coğrafya mıdır?

Bu şehir, yüz sene önce yaşanan karşılıklı göçün acılarını pek de söze dökmeden yaşayan insanlarla doluydu benim çocukluğumda. Şimdi de, “Ah bu hikâyeleri neden anlattırmadık, neden yeterince dinlemedik,” diyen üçüncü ve dördüncü nesiller olarak bizler ve pek çok “dışarlıklı” yaşıyor bu şehirde.

    Göç ile gelenler, acıyı anlatmazsak diğer nesillere geçmez gibi düşünmüş olmalılar. Bu acı sonraki nesillere geçmesin, belki nefrete dönüşmesin diye düşünülüyordu. Çünkü her iki taraf için de çok kısa bir sürede evini, işini, bağını, bahçesini terk ederek başka bir yere belki bir gün döneriz umudu ile gitmek ve sonra hiç dönememek, kelimelerle ifade edilemeyecek kadar zor bir yaşantıydı. Herkes bu topraklarda tedirgindi.

    “Yerinde doğup, yabanda kocamak. İki yerde de yabancı olmak,” diyor Girit göçmeni Profosör Ayşe Lahur Kırtunç.

    Göç ile gelen Türkler, yıllarca “gâvur tohumu” diye “dışarlıklı” muamelesi görmüş iken, bu tavrın sonraki nesillerde başka şehirlerden gelenlere karşı gösterilmesi travmaların nesiller arası nasıl aktarıldığının da güzel bir örneği olabilir.

    Dolayısıyla burada herkes biraz “dışarlıklı” idi ve bunu da her yeni gelene belki de yansıtıyorlardı.

    Başta da söylediğimiz gibi zeytinin de insanların da baskı ile özü ortaya çıkıyor… Kimileri kalıp bu coğrafyanın yerlisi oldular, kimisi de arkasına bakmadan dönüp gitti.

    En yakınına olan bu dışlayıcılığı, Freud “Küçük farklılıkların narsisizmi” teorisi ile açıklıyor. Bu kavram hem bireyin hem de toplulukların analizine uygun düşen bir yaklaşım örneğidir. Gerçekten tüm insanlık tarihi, birbirine en çok benzeyen komşu ülkelerin sınırlarında cereyan eden ve insanlık için bedeli çok büyük olan tekrarlayıcı çatışmalara sahnedir.

    Bize en yakın ve benzer olan bu en yakın komşu onunla kaynaşarak kendi benlik sınırlarımızı kaybetme riskine girmemek için hızlıca saldırılması gereken şey haline gelmektedir. Güneyli Alman kuzeyli Alman’a dayanamaz, İngiliz İskoçyalıyı hor görür, İspanyol Portekizliyi aşağılar, Rus Ukraynalıyı yok etmek ister.

    Türkler ile Yunanlar da hâlâ kahveyi, karnıyarığı bile paylaşamamışken, Giritli ile “adalı” yani Midillili arasında bile âdetlerle ilgili hâlâ bir rekabet sürmektedir.

    Ayvalık’ta Giritliler ile Midillilerin gittiği kahvehanelerin ayrı olduğu, Giritlilerin kendilerini Midillilere göre daha medeni gördükleri ve, “Siz yer sofrasında yerken biz ceviz yemek masalarında oturuyorduk,” gibi laflar ettiklerini hatırlıyorum. 

    Öznenin kimliğinin sınır taşları onun narsisizminin sınır taşlarıdır. Aşırı yakınlık, fobik kişilerde gördüğümüz yoğun kaygıyı ortaya çıkarır.

    Kimse kendisine çok benzeyene daha çok yaklaşıp sınırlarını ve benlik algısını kaybetmek istemez. Onun için itmek ve ötekileştirmek benlik sınırlarını koruyabilmek için daha garantili bir yol gibi gözükmektedir.

    Sanki birinin bu filme girip, “Durun, siz kardeşsiniz,” demesi gerekmektedir.

    Dünyanın toplu nüfus hareketlerini bu kadar yoğun yaşadığı bu çağda, küçük şehrimiz de çok büyük bir göç almakta iken, tüm bunları yeniden düşünmek ve kendimizi sorgulamak için uygun bir zamandır diye düşünüyorum.

    Çözümleri bilemiyorum ama birey olarak hissettiklerimize ve yansıttıklarımıza karşı farkındalık geliştirmek öncelikle başlangıç noktamız olabilir diye düşünüyorum.

ree

Yorumlar


  • Instagram
  • Facebook
  • X

Dilek ve önerileriniz için bize yazabilirsiniz.

bottom of page