top of page

Zeytin Zamanı-Derya SÖNMEZ

Güncelleme tarihi: 13 Eyl


Zamanın akışı içinde zeytin ağacına eşlik edip

emek verenlere minnetle…

 

Bir tabağa biraz kırma zeytin çıkardı. Üzerine bolca yağ gezdirip önüme bıraktı. Bazı taneler alacalı, bazısı yeşildi.

“Tat bakalım, nasıl bulacaksın.  Özlediğin kadar var mıymış?”

            Tazecik ekmekten bir lokma koparıp yağa batırdım. Erken hasat edilmiş yağın buruk, kendine has lezzetini alınca gözlerim doldu. Yabani bir ağacın özsuyunu emmek gibiydi. Eski sonbaharların tadını taşıyordu. Sonra ne olduysa, gözlerimin önünde kendiliğinden bir duman belirdi.

***

Sonbaharda fabrikaların isli bacalarından kara bir duman salınırdı. Bu duman göğün rengini hafifçe soldurur, sonra bir yılan gibi kıvrılarak sokakları dolaşırdı. Bu, yaz rehavetinden sıyrılmamız için uyarı, geç kalınmaması konusunda bir işaretti. Pirina kokusundan genzimiz yanarak hasat hazırlıklarına başlardık.

İlk kıpırdanışlar Palabahçe’deki kahvehanelerde, özellikle de Şeytanın Kahvesi’nde başlardı. Burada herkes birbirini tanırdı. Zeytinini toplatmak için tayfa arayanlar, sırıkçılar, tarakçılar bir araya gelir, kıyasıya pazarlığa tutuşurdu. Fiyatta anlaşılırsa el sıkışılırdı. Bu kahvelerin kapısından adım atmak, sis bulutunun içindeki başka bir âleme dalmak demekti. Sigara dumanından önümüzü göremez, uğultudan başka şey duymazdık. Alışmamız zaman alırdı. Neredeyse kör, sağır halde bir süre oturduktan sonra yavaş yavaş uğultudaki sesleri ayırt etmeye, sisin içinde görüntüleri seçmeye başlardık. En çok merak edilen konu mahsulün kalitesiydi. Zeytinini erken hasat edenlere yağın verimi sorulur, sıra traktör için istenen paraya geldiğinde sesler iyice yükselirdi. Hasattan önce yağmur yağarsa taneler irileşecek. İyi ya işte. Bu ihtimal keyifleri yerine getirirdi.

“Yap bir adalet!” diye seslenirdi birisi gürültüyü bastırarak.

            Adaletin nasıl yapıldığını defalarca izlemiştim. Çay bardağına önce bir ölçü somata koyulur, sonra renklerin birbirine karışmamasına özen gösterilerek tarçın eklenirdi. Hazırlık faslı bitince tepsi kendiliğinden havalanırdı. Masaların arasında zikzak çizerek uzun bir yol kat ederken bademle tarçın kokuları kahveyi doldururdu. Gözümü tepsiden ayırmazdım. Bu mucizevi sıvı çoğunlukla başka masalara ama bazen de şaşırtıcı şekilde önümüze bırakılırdı. Heyecandan ne yapacağımı şaşırırdım. Ne kadar dikkat etsem de bardağın incecik beline dokunduğumda renklerin birbirine değdiği çizgi hafifçe bulanırdı.

Biz küçükler, büyüklerin pek tercih etmediği masalardan birine otururduk. Bu gürültücü adamları izleyerek önümüze konan somata-tarçınlarımızı içerken, geçen yıl bu vakitler yine aynı şeyi yaptığımızı hatırlardık. Bu durağanlığın sonsuza dek süreceğini sanıyorduk. Ne gam. Bazen büyüklerden birisi hasat heyecanına yüz vermezdi. Bir sandalye kapıp yanımıza gelir, içeriye doğru seslenirdi:

“Yap az şekerli bir süvari!”

            Kahveyi dolduran uğultuya sırtını dönerdi. Uğultuya sırtını dönmek, kimselerin duymadığı bir başka uğultuyu büyütmekle mümkündü. Çay bardağında getirilen kahvesinden bir yudum alır,

            “Zamanla buralar çok değerlenecek,” derdi. Az önce yarıda kestiğimiz bir sohbeti sürdürür gibi.

“Zaman nedir?”

            Yanıtlamaya gerek duymazdı. Bazı soruların cevaplansın diye değil, aslında büyük bir kavrayışın ilk adımını atmak için sorulduğunu bildiği için belki. Bizden tarafa bakmadan ağır ağır başını sallardı. Gözümüzü sokağın ortasından akan karasuya dikerdik. Orada ne gördüğünü anlamaya çalışırdık. Bizim fark etmediğimiz hangi işaretlere bakarak bu sonuca varmıştı acaba. Gâvur evlerinin otel olacağını, insanların bu evleri görmek için ta nerelerden kalkıp Ayvalık’a geleceğini ve bunun zeytinden daha çok para edeceğini söylerdi. Anlattıklarına aklımız yatmasa da merak duygusu, eninde sonunda hikâyenin boşluklarını doldurur, çapaklarını temizlerdi. Alışık olduğumuz sokakları bambaşka bir şeye dönüştürme hevesi bulaşıcıydı. Bir süre sonra ona içtenlikle inanıverirdik.

Hazırlıklar evde devam ederdi. Ta Rumlardan kalma lancalar çıkarılır, içindeki yağ tenekelere aktarılarak yeniye yer açılırdı. Geçen yıldan kalan posa yeni mahsulü kirletmesin diye lancanın dibinin iyice temizlenmesine gayret edilirdi. Babama göre asıl mesele, zeytinin toplanacağı güne karar vermekti. Çekirdeği sertleşmeye başlayan tanelerin ihtiyacı olan tek şey zamandı. Fakat zaman derde çare olabilecek yerde sırta kambur da ekleyebilir. Biraz geç kalınırsa mahsul kararır, buruşur, öyle olunca da yağın asidi artar. En uygun vakit zeytinin irileştiği, hafifçe pembeleşip yağlanmaya başladığı zamandı. Bazen babam güneşli havaya bakıp benim akıl sır erdiremediğim birtakım işaretler görmüş olacak ki sakallarını düşünceli bir şekilde sıvazlar,

“Yarın hava muhalif, hasadı ertelemek lazım,” derdi.

            Bazen de,

“Havalar iyi gidecek gibi duruyor, zeytini bir an önce toplayıp kurtulmak lazım.”

Zeytin toplamaya gideceğimizin sözünü aylar öncesinden alırdık. Yine de günü geldiğinde evde bırakacaklar diye ödümüz kopardı. Biz küçükler işin tam olarak içinde değildik ama dışında da sayılmazdık. Elimize birer sepet tutuşturur, ulaşabildiğimiz dalların zeytinlerini toplayabileceğimizi söylerlerdi.

“Bütün zeytinleri toplamayın ama başakçılara da bir şeyler bırakın. Kurdun kuşun hakkını unutmayın!”

            Bu imalı tembihler bizi heyecanlandırırdı. Bağrışarak, hepsini toplayacağımızı, geriye bir tane bile kalmayacağını söylerdik. Sonra büyük bir hevesle zeytinleri sepete atmaya başlardık. Heyecanımız kısa sürede yatışırdı. Derken içimizden birisi sepetini fırlatıp koşmaya başlardı. Kopan bir tespih nasıl bir anda ortalığa saçılırsa biz çocuklar da sanki bu komutu beklermiş gibi dört yana dağılırdık. Dünya her şeyin yapılabileceği bir yerdi. Kafamızda kuşlar ötüyor, rüzgâr sırf bizi gıdıklamak için esiyordu. Gün boyu gökyüzüne hayali çizgiler çeker, ağaç gövdelerinin içinden geçerdik. Oyundan aldığımız zevk yüzünden zamanda ve mekânda ne kadar uzaklaştığımızı fark edemezdik. Sonunda büyüklerden birisi yanımıza kadar gelip bizi uyarmak zorunda kalırdı.

            “Gövdesi kireçle boyalı ağaçların ötesine geçmeyin. Bizim tarlamız orada bitiyor.”

“Ötesi kimin?

“Hiç. Kimsenin. Sahiplerinin soyu kurudu.”

            Bundan habersiz meyve vermeyi sürdüren ağaçlara bakar, durumu anlamaya çalışırdık.

            “Sahipleri kimdi peki?”

“Bu zeytinliğin pek çok sahibi oldu.”

“Sonra?”

            “Vakti gelince bırakıp gittiler.”

“Ya zeytinin vakti?”

“Zeytinin vakti bizimkiyle bir değil. Çiçeklendiği zaman, gübreleneceği zaman…”

“Ya vaktinden önce çiçeklenirse?”

“Bizim gibi saatlerin tik taklarını takip etmez o, kendi gövdesindeki çiçeklenme vaktine güvenir.”

            Bu soru cevap faslı çoğunlukla kahkahalarla son bulurdu. Aklımıza tam da yeni bir soru düşmüşken ortaya çıkan ufak bir eğlence ihtimaliyle, sözgelimi birisinin manasız bir ses çıkarmasıyla kahkahalara boğulur, az önce yapmakta olduğumuz şeyi unuturduk.

            Yemek vakti geldiğinde komşulardan birisi mutlaka tatmamız için yeni sıktırdığı yağdan göndermiş olurdu. Onca lezzetli yiyeceğin gözbebeği, şüphesiz babam tarafından sofra bezinin ortasına bırakılan bir kâse zeytinyağıydı. Bunca tantana, bütün bu emek onun içindi. Herkes gözünü diker fakat kimse dokunmaya cesaret edemezdi. Soframızda bulunan önemli bir konuk gibiydi. Önce ev sahibinin onu bize tanıtmasını beklerdik. Bunun üzerine babam törensel bir şekilde ekmeğini erken hasat yağına batırır,

“Bu mübarek böyle yenir,” diyerek bizi de bunu yapmaya teşvik ederdi.

            Taze yağın rengi bulanık, tadı başkaydı, yabani bir ağacın özsuyunu emmek gibi. Ekmeğimizi bandıkça yüzeyi ışık ve gölgeyle hareketlenirdi. Hasadın son günü, sıkılan ilk yağlarla irmik ya da un helvası kavrulur “kurtuluş helvası” olarak tayfaya dağıtılırdı. Öğlen hep birlikte yerdik.

Yemek faslından sonra oyuna dönmek için acele etmez, sofra bezinin üzerinde oyalanırdım. Ağaçlara bir de sırt üstü yatarak bakmak hoşuma giderdi. Ağaç tepelerindeki adamlar, sırıklarını savurarak ağaçlarla öyle çetin savaşlara tutuşurdu ki. Adamlar bütün kuvvetiyle vurdukça ağaç, dallarını sağa yola savurup esneterek bu çarpışmadan en az hasarla kurtulmanın yollarını arardı. Babam genç dalların sırık yemesinden korkar, adamları sık sık uyarırdı. Yine de havada yalımlar çıkaran çarpışmaların neticesinde bazı dallar mutlaka kırılırdı. Dallar sallandıkça yapraklar gümüş gibi parıldar, arasından ağan ışık gözlerime dolardı. Sırıkçı o ağaçla işinin bittiğine hükmedince pılını pırtısını toplayıp bir sonrakine geçerdi. Bense zeytinlerini yitirmiş o zavallı ağaca bakmayı sürdürürdüm. Gözlerim yarı aralık halde, üstüme sarkan dalları bir ressamın çizdiğini hayal ederdim. Kimi zaman işi o kadar ileri götürürdüm ki, yaprakların üzerinde ressamın üslubunu açığa vuracak fırça darbelerini yahut pastel boyanın pürtüklü dokusunu bile seçebilirdim. Sonra ansızın bütün renkler solardı. Az önce olanca canlılığıyla dikkatimi çeken izlenimler, kim bilir ne zaman, bambaşka bir rüyanın hammaddesini oluşturmak üzere uykunun içinde eriyip giderdi…

İlkbahara doğru kara duman göğümüzden çekilir, burgaçlanarak fabrika bacasından içeri girerdi. İşte o zaman her şey yine eski haline dönerdi.

ree

Yorumlar


  • Instagram
  • Facebook
  • X

Dilek ve önerileriniz için bize yazabilirsiniz.

bottom of page