Zamanın Akışı - Esme Aras
- Zeytin Hasadi Dergisi
- 13 Eyl
- 6 dakikada okunur
Berrin Akın (Akbüber)’in, Graphis Matbaa tarafından ilk basımı 2005’te yapılan Kentli Ayvalık kitabını okumaya başladığımda aklıma takılan bir cümle, son sayfalara dek dilimin ucundan düşmedi: “Bir kent geçmişiyle vardır.”
Hem Ayvalık hem de Ankara’dan hemşerim yazar-şair Gültekin Emre, 30 Ocak 2016’da Hürriyet Gazetesi’nin Ankara ekinde yayımlanan, edebiyatçılarla yaptığım dizi röportajlar sırasında söylemişti bu cümleyi. Röportajımızın ana mekânı kuşkusuz Ankara idi. Büyük küçük demeden ülkemizdeki hemen her kentin önünde sonunda vardığı yere, o geri dönülmez değişime uğramış, yazarın eski günlerin özlemiyle kaleme aldığı anılarının çok uzağına düşmüştü başkent Ankara.
Şimdi Ankara’da yazdan -sanki Ayvalık’tan- kalan günlerin yaşandığı sonbaharın ılık bir ikindi vakti, bu cümleyi düşünerek okumayı henüz bitirdiğim kitaptan sıcağı sıcağına söz etmek istiyorum. Ama ilkin şunu belirtmeliyim, kitabın okurla buluşturulduğu tarihten bu yana Ayvalık da bu değişimden nasibini epeyce aldı. Buna karşılık kitapta yer alan mekân fotoğrafları anılarımdan, çocukluğumdan kalan imgeleri olanca çıplaklığıyla bugünüme taşır ve aklımın ceplerinde sakladığım detayları yeniden anımsatırken, beni özlemlerin kıyısına atıp geçmişe ait düşlere dalmamı da sağladı. Çünkü burada, bozkırda Ayvalık’ı düşünmeden, düşlemeden yaşadığım gün sayısı pek azdır. Bunun nedenini Ankara Ankara Güzel Ankara kitabının başında şu cümlelerle ifade eder şair Ali Cengizkan: “Ankara bir düşler kentidir, kentin kendisi insanları düşler dünyasına taşıdığından değil: İnsan Ankara'da düş kurmadan yaşayamaz da ondan.” Buradan aldığımız ilhamla yüzümüzü geldiğimiz yere dönelim ve kitaba göz atmaya başlayalım.
Fotoğrafların ve Hakan Dinç’in Yunanca’ya çevirdiği metinlerin eşlik ettiği bu yayına neden başka bir ad değil de Kentli Ayvalık adı uygun görülmüş olabilir? Bunun gerekçesi kentin tarihinde ve bugüne yansıyan zengin mirasında yatıyor olmalı. 16’ncı yüzyılın sonuna, 1700’lerin başına kadar balıkçıların, yerli ve köylülerin yerleşim yeri olan sıradan bir kıyı kasabası görünümündeki Ayvalık, 18’inci yüzyılın ikinci yarısına gelindiğinde sanayi ve deniz ticaretinin gelişmesiyle kentleşmeye başlar. 19’uncu yüzyılda, tarihi dokusuyla Anadolu kıyılarında yaratılan görkemli kentlerden birine dönüşür. Buraya bir parantez açalım: Bu dönüm noktası, yazar arkadaşım sevgili Aysun Kara’nın Dünyanın Orta Yeri adını verdiği romanında geçen 21 haneli bir köye, Kidonya’da yaşananlara esin kaynağı olur. Kydonia hakkındaki ilk yazılı kayıtlara 1653 tarihli belgede rastlanır.
Tanışıklığımızın Ayvalık Lisesi’nde geçen öğrencilik günlerine dayandığı sevgili Berrin Akın, Ayvalık’ın kent yüzünü görünür kılmayı amaçladığı çalışmasıyla farklı kültür, dil ve etnik yapıdaki halkları yaşatan Anadolu coğrafyasından içeri bakarak, merceğini çeşitli uygarlıklara eşlik eden doğal, kültürel ve endüstriyel mirasa düşürür. Çünkü insanlık en başından beri orada duran ağaca, anıtsallığı ile kenti/kendini var eden zeytine çok şey borçludur. Yalnız onunla da kalmaz Akın, mimarisi, sokakları, fabrika bacaları, adaları, rüzgârı ile kültürün ve tarihin biriktirdiği özgünlüğü gözler önüne serer. Böylece antik çağlardan itibaren çeşitli kavimlere, uygarlık ve imparatorluklara yurt olan Ayvalık’ın kültürel, sosyal ve ekonomik yapıyla şekillenen kent mimarisinde farklı katmanların izine rastlanır. Cumhuriyet’in ilanından sonra Lozan Antlaşması’nın alt hükümlerince gerçekleştirilen nüfus değiş tokuşuyla kentin toprağına ekilen mübadil kimliği, ikinci ve üçüncü kuşağın temsilcileriyle günümüze kadar ulaşır.
18 ve 19. yüzyıllarda zeytinden gelen ekonomik gücün yansıması kendini iki şekilde belli eder: Ayvalık kent dokusunu oluşturan kilise, manastır, şapel gibi dini merkezler. Kent planlamasında konutları, ticari ve kamusal yapıları meydana getiren sivil örnekler. Her biri Akdeniz kent mimarisinin özelliklerini taşır. UNESCO Dünya Kültür Mirası sürecinde Ayvalık Alan Başkanlığı’nca Kasım 2023’te düzenlenen çalıştayda, mimar Fatih Kurunaz’ın aktardığı kentin topografik yapısıyla uyumlu yerleşim planı, Berrin Akın’ın kitabında da yer alır. Buna göre Antik dönemde “ızgara kent tipi” diye bilinen, paralel uzanan ana aksları (caddeler) dik olarak kesen ara akslardan (sokaklar) oluşan düzen, kıyıdan Kurufitilya (Profitilya) Tepesi’ne doğru kademeli şekilde gerçekleşir. Cumhuriyet Dönemi’nden önce Osmanlı toprakları içinde özerk yapısı ile ağırlıklı olarak Rum toplumunun yaşadığı Ayvalık, bugünkü tarihsel birikimini geçmişinden alır. Tarihi yapılar Neo-Klasik (Yeni Klasik) akımın etkisindedir. Antik Yunan, Roma, Bizans, Avrupa sanatı gibi çeşitli üslupların bir arada kullanıldığı, Ayvalık’a özgü yerel bir mimari anlayışı ortaya çıkarır.
Evler, mimaride anıtsal, soylu ve gösterişlidir. Estetik değerlerin varlığıyla sosyo-ekonomik anlamda gelişmiş bir üst sınıfa işaret eder. Evlerin biçimi, konumlanışı, denizle ilişkisi Akdenizli kimliğini yansıtır. Dışa dönük, hayat dolu toplum yapısı, yan yana sıralanmış evlerde sokak dokusuyla uyumlu bir ilişki sergiler. Ev, sokağın bir parçası olarak görülür. Sarımsak taşının pembeliği evlerin karakteristik özelliğidir. Pencereler, kapılar, iki yandaki sütunlar, kemerler, üçgen alınlıklar, kabartmalar, süslemeler, kapı tokmakları… Antik mimarinin etkilerini taşır. İç mekanlarda ise işlevsellik ve estetik bir aradadır. Giriş katta bahçe, avlu, hayat altı dediğimiz hol, mutfak, kiler, sarnıç, sedir ağacından kiriş; üst katlara çıkıldığında yüksek tavanlı odalar, iki kanatlı ahşap kapılar, işlemeler görkemli yapıların ortak özellikleri arasındadır. Mübadillerin yerleştirildiği bu evler, başka topraklarda mübadil kimliğini taşıyanların geride bıraktığı konutlardır. İşte o nedenledir ki bazı geceler, rüzgârın sesinden -mi bilinmez- Rum evlerinin konuklarını uyku tutmaz. Kapılar, pencereler, sabaha kadar gıcırdar. Tavanlardan, ahşap yer döşemelerinden sürekli tıkırtılar, belli belirsiz ayak sesleri duyulur. Sevgili arkadaşım, öykücü Derya Sönmez’in “Rüzgârın Nefesi yahut Tatilcilere Birtakım Tavsiyeler” adlı öyküsündeki gibi “Tatilciler gâvur evlerinde kalmayı tercih ediyorlarsa gürültüyü mutlaka hesaba katmalı”dır. Bugünün betonlaşmaya ve çarpık kentleşmeye yüzünü dönmüş şehircilik anlayışlarının çok uzağında, insan ve doğayla bütünleşik, yaşamla iç içe, ortak kültürün birer parçası olarak hayatta ve ayakta kalarak soluk alıp vermeye devam eden bu yapılar, sessizliğin ihtişamını fısıldar.
Günümüze kadar ulaşan dini mekânlar kitapta şu sırayla incelenir: Dönemin piskoposluk kilisesi Taksiyarhis (1844); anıt müze niteliğindedir. Yunanca’da kutsal su anlamına gelen Ayazma (1890); geçirdiği restorasyonla kurtarılmıştır. Agia Triada-Aya Triyada; bir dönem tütün deposu olarak kullanılmıştır. Kato Panagia-Panaya; Rumlar döneminde “Helen Okulu” diye bilinir, mübadele sonrası Türk nüfusun dini ihtiyaçlarını karşılamak amacıyla 1928’de “Hayrettin Paşa Camisi”ne dönüştürülmüştür. Agia İanni-Aya Yanni; 1850 sonrası yapıldığı tahmin edilir, Gotik sanatın izlerini taşıyan süslü çan kulesi ve üzerindeki saatten dolayı günümüzde “Saatli Cami” olarak adlandırılır. Agia İorgi-Aya Yorgi; kent içindeki zenginliğin vurgulandığı, mimarinin en görkemli örneklerinden biridir. “Çınarlı Cami” olarak hizmet veren bu yapı iç mekânda Barok bir hava estirir. Ayiou Athanasaiou-Aya Athanasiu; “Küçükköy Merkez Camisi”dir. Sakarya’da bulunan Hamidiye Camisi; 18. ve 19. yüzyılda kentte memur olarak görev yapan az sayıdaki Türk nüfus için yaptırılmış, Osmanlı döneminde inşa edilen tek cami olma özelliğini taşır. Hem Osmanlı hem de Antik mimari planını sunan yapı, yerel üslupla birleşmiş özgün görünümüyle dikkat çeker.
Ayvalık’a bağlı Cunda Adası’nda, tarihin erken dönemlerinden itibaren Ege göçleriyle gelen Eolya kavimlerinin izleri görülür. Orta Çağ’da korsan tehditlerinden etkilenen ada yerleşimi iç bölgelere çekilse de sonraları yaşam tekrar canlılık göstermiştir. Osmanlı Devleti, 1821’e kadar civardaki adalar için Yund ismini kullanır. Cunda, Yund’un ağız değiştirmiş hâli olmakla birlikte, gemi direği anlamında İtalyanca bir denizcilik terimidir. 19. yy’da ise halkı tarafından Moshonisi (hoş, güzel kokulu ada) olarak adlandırılır. Bağımsız, büyük ve zengin bir yerleşim yeridir. Cumhuriyet’le birlikte Cunda’ya, Girit ve Midilli’den gelen mübadiller yerleştirilmiştir.
Adanın mimarisine bakıldığında kitaplığın hemen alt tarafında, üç duvarıyla hâlâ ayakta kalmayı başarabilen Pnagia-Panaya Kilisesi (1850); ziyaretçilerine kemerli pencerelerinden Tavuk Adası’nın manzarasını sunar. Agia İanni-Aya Yanni Kilisesi; Tanrıların, rüzgârların başını boş bıraktığı bir yükseklikten yüzyıllardır adayı ve insanlığı izler. Yapının üzerinde bulunduğu tepe, yerlisi tarafından “Aşıklar Tepesi” diye bilinir. Küçük bir inziva kilisesi olan yapı, bugün Sevim ve Necdet Kent Kitaplığı olarak kullanılmaktadır. Antik tapınak mimarisine öykünen anıtsal kapısıyla 1873’te inşa edilen, Cunda sokaklarının can damarı Taksiyarhis Kilisesi; günümüzde Rahmi M. Koç Müzesi olarak hizmet verir. Yüzünü güneşe ve denize dönmüş, mübadil yaşamın vazgeçilmez yeri Taş Kahve; bir zamanlar öksüz ve yetim çocukların başını okşayan Despotun Evi; gelip geçene yorgun, yaşlı ve yaslı yüz ifadeleriyle göz kırpan yel değirmenleri… Her biri tarihin akışındaki yerini alır. Pateriça Yarımadası’nın en uç noktasına yerleşen Agios Dimitros, Ta Selina-Ayışığı Manastırı; renovasyon geçirmiş olup bugün özel mülk sınırları içindedir. Artık sesini duyuramayan manastırın kentliye anlatmak istediği kim bilir ne çok hikâyesi vardır. Dalyan Boğazı’nda bulunan Leka Panagia-Panaya (Koruyan Meryem) Manastırı; zeytinliklerin arasından yükselen görkemiyle yine bir başka özel mülkiyetin kullanım sınırlarında yer alır. Agia Paraskevi (Kutsal Cuma) Manastırı; Hakkıbey Yarımadası’nda bulunan, halk arasında “Tımarhane Adası” (Taşlı Manastır) denilen bu yapı, eski dönemlerde psikoterapi amaçlı kullanılan dini bir merkezdir. Agia İorgios Manastırı (Güvercin Adası); korsanların mekânı olarak tanınır, o sessiz hâliyle her şeyi yutan Kronos’a inat zamana tutunup günümüze ulaşmayı başarmıştır. Agio İounnou Prodromou Manastırı; Ayvalık’ın gerdanına bir ben gibi kondurulmuş duran Tavuk Adası’nda bir kısmı ayakta kalabilmiş, denizin ve rüzgârın yalnızlığına ortak olmaya devam etmektedir.
Kentli Ayvalık’ı yapılarda, kokularda, seslerde, yüzlerdeki çizgilerde ama en çok hikâyelerde aramaya çıkan Berrin Akın (Akbüber), zamanın akışında kentlerin de insanlar gibi yaşlanıp yorulabileceğini, kent kimliğini tanımlayan öğelerin silinip gidebileceğini hesaba katarak bu çalışmayı hayata geçirmiş. Kitabın yeni baskısının yapılmasını dileyerek yazıya noktayı koymadan evvel, Ayvalık’ın yetiştirdiği değerlerden biri olan sevgili Berrin’in alanında eğitimli bakışından, benimse kalemimin mürekkebinden damlayan emeğin kentin sesine, melodisine, rüzgârına eklenerek çoğalmasını, okuruna ulaşmasını umut etmekten başka ne yapabilirim. Hayatlarımızı kuşatan tüm değersizliklere, hoyratlık, anlamsızlık ve vasatlığa direnmenin tek yolu bizim için belki de budur. Hatırlamak ve yazmak! Sırf teselli olsun diye değil. Unutmayı bilmediğimizden.









Yorumlar