Mor Sümbül Efe’nin “Gerçek” Hayat Hikâyesidir – Onur ÇALI
- Zeytin Hasadi Dergisi
- 25 Eyl
- 4 dakikada okunur
Kafa kâğıdındaki adının İsmail olduğunu söyleyenler var ama tüm Bakırçay Ovası’nda Mor Sümbül Efe (ya da kısaltılarak Sümbül Efe) olarak anılıyor. Tek bir fotoğrafı var elimizde: Yaşlı bir zeytin ağacına hafifçe yaslanmış, kolunu bir arkadaşının omzuna atar gibi ağacın kalın gövdesine nazikçe sarmış. Kısaya yakın, orta boylu. Kafası büyükçe. Sol gözü diğerine göre kısık; çocukken tütün dizerken bir kaza olmuş, tütün iğnesi değmiş gözüne. Katranlı elleriyle ovuşturunca böyle olmuş. Sapanla kuş vuracakken son anda kuşa kıyamayıp taşı kendi gözüne attığını, gözündeki marazın bundan olduğunu söyleyen de var, zeytin toplarken gözüne dal girdiğini iddia edenler de... Zaten söz konusu Sümbül Efe olunca gerçek hep çok başlı. Hangisi hakikat, hangisi değil ayırt etmek güç. Tevatürlerin yarattığı bir kahraman o. Fotoğraftan bile belli, gaddar. Kaşları gür ve çatık; dövecekmiş gibi bakmış objektife... Kızanlarıyla birlikte dağlarda gezip haraç kesmekle geçmiş ömrü. Ömrü dediysek hepsi değil tabii; ama büyük bir kısmı. Düze inip fakir fukaraya yardım ettiği de olurmuş; özellikle zeytinin yok yılında çocuk okutanın, evlenecek olanın imdadına yetiştiği efsane gibi anlatılıp durur.
Biz zaten anlatılanların, ulaşabildiğimiz sınırlı kaynakların yalancısıyız. Evlenecek olanlara yardım edermiş ama sınavdan geçmeleri şartıyla: Nikahlanma niyetinde olan gençleri karşısına oturtur, evliliğin zararlarını uzun uzun anlatırmış. Heveslerini kaybetmeyenlere, evlenmekte ısrarcı olanlara, “Allah size akıl fikir versin,” deyip bir kese altın vererek gönderdiği söylenir. Anlatılanlar doğruysa, Sümbül Efe’nin evlilikten caydırdığı çiftler de oluyormuş.
Çocukluğuna dair bilgi az ama savaş yıllarında asker kaçağı olduğu biliniyor. Savaş patlar patlamaz, “Ben kimseyi öldüremem,” demiş anasına ve uzaktan bakıldığında gerçekten de taştan oyulmuş bir beşiğe benzeyen Beşiktaş Tepesi’ne tırmanmış. Hayatının en karanlık dönemi burası. Savaş süresince ne yaptı, o kayalıklarda ne yedi ne içti bilen yok. Ortalık durulunca tekrar çıkıyor ortaya. İlk vukuatını, işte bu gizemli dört yılın sonunda kasabaya döndüğünde çıkarıyor. Kahvede tavla oynarken, “zar tutma lan cüce ibne,” diyor biri Sümbül Efe’ye ama o zaman adı Sümbül Efe değil daha. Kavga çıkıyor tabii, birini öldürüyor istemeden. Hem de tek bir tokatla! Görenler öyle söylüyor, biz onların yalancısıyız. Bu olay dönüm noktası oluyor, tekrar dağlara dönüyor.
Dağlara tekrar dönmesinin, eşraftan Trendefil Efendi’yle bağlantılı olduğuna inananlar da var. Çınarın altındaki kahvede koyu bir gölgeyi kendine mesken tutmuş olan dişsiz bir ihtiyarın anlattığına göre, savaş bitince düze inen Sümbül Efe (ya da kafasının vücuduna nispeten büyükçe olmasından dolayı, o zamanlar kasabalıların taktığı lakapla Ölçek İsmail) çocukluk arkadaşı Trendefil Efendi’nin vahşice katledildiğini, ailesiyle birlikte yaşadığı konağa da birilerinin “çöktüğünü” öğrendikten sonra dağa çıkmış. Üstelik Trendefil Efendi, belki başına bunların gelmesini önlemek için belki de doğup büyüdüğü bu kasabada huzurla yaşayıp eceliyle ölmek istediği için, daha savaş sürerken Müslümanlığı seçmiş ama kâr etmemiş, yine de öldürülmüş. Sümbül Efe’nin arkadaşının öcünü alıp almadığı bilinmiyor fakat bize bunları anlatan ihtiyarın dediğine göre, Trendefil Efendi’nin evine, zeytinliğine ve dükkânlarına el koyan ailelerin hiçbiri bunların hayrını görmemiş. (Ne yazık ki bu doğru değil; kasabanın önde gelen birkaç ailesinin o yıllarda aniden artan mal varlığı, ihtiyarın söyledikleriyle çelişiyor.)
Öyle ya da böyle, dünya üzerinde henüz çeyrek asrı doldurmamış olan Sümbül Efe, tekrar dağlardadır artık. Belki yalan, belki doğru: Kızanlarından biriyle birlikte uyuduğunu söyleyen de var, ayrı evlerde yaşayan üç karısı olduğundan emin olanlar da... Kesin olan şu ki çocuğu yok.
Geceleri zenginlerin konaklarına, çiftliklerine baskın yapar, etek giydirip oynatırmış onları. Görgü tanıklarına göre, etek giydirdiği adamlar utançtan kıpkırmızı kesildiğinde gür sesiyle, sanki sel bastırır gibi bağırırmış: “Ne var bunda utanacak yahu, alt tarafı kumaş parçası, ha pantolon ha etek!” Sonra kendisi de mor eteğini giyer, onlarla beraber yer içer, haracını alıp gidermiş. Vermek istemeyen olursa... Yazılacak şeyler değil.
Dağda bayırda kestiği haraç cüzi imiş. “Biz olmasak bu yollardan geçemezsiniz, haraç değil bu, haşa, verdiğimiz güvenlik hizmetinin karşılığı,” dermiş. (Bugünkü köprü ve otoyol geçiş ücretleri gibi düşünebiliriz bunu.) Fakat hanesine baskın yaptıkları başka. Onlardan canlarını acıtacak denli yüklü meblağlar aldığı söylenir.
Pek dostu yokmuş. Zaten bir lakabı da Kardeşsiz. Sadece biyolojik kardeşi olmadığından değil, kimseye güvenip “kardeşim” dememişliğinden. Mavro Ali Efe’yle su sızmazmış aralarından. Bir tek o.
Edebiyata meraklıymış. Müstear isimle yazdığı haiku’lar gönderirmiş gazetelere. Bizim ulaşabildiğimiz birkaç tanesi şöyle:
denizden gelenkokunun rengi nedirüzünç mavisi
cırcır böceğişarkısını söylüyorkeder yeşili
gecenin rengilaciverdi bir özlemgüneş çekildi
zeytin yeşilibir renk kuşanmış rüzgârgurbete gitti
Hayatta olan kızanları, heybesinde her daim bir mor sümbül dalı ve bir şiir kitabı taşıyan Sümbül Efe’nin şiirden başka bir şey okumadığını söylüyor. Kızanlardan daha genç olanı, “Ağa”nın (onlar Sümbül Efe’den bahsederken “Ağa” ya da “Aga” diyorlar) Kaygusuz Abdal’ı çok sevdiğini, keyifli olduğu zamanlarda onun “Kaplu kaplu bağalar” diye başlayan şiirini mırıldandığını hatırlatıyor tebessümle. Diğeriyse, çok önemli bir keşifte bulunuyormuş edasıyla, Aga’nın ellerinin her zaman tespih çeker gibi kıpır kıpır oynadığını, bunun da aklında gezinip duran dizelerin ölçüsünü hesaplamaktan kaynaklandığını söylüyor.
Delice zeytinleri çok sever, nerde görse aşılamaya çabalar, coştuğu zamanlarda “Deliceler Aşkına!” diye nara atarmış. “Keşke zeytin ağacı olsam ölünce,” der dururmuş. “Ölürsem beni bir delicenin altına gömün,” diye vasiyet ettiğini bütün kızanları söylüyor.
Ölümüyle ilgili sır perdesi, ışık geçirmeyen koyu renkli perdeler kadar kalın. Hasta yatağında ölmediği kesin ama rivayet muhtelif: Jandarmanın alıp götürdüğünü, bir daha geri dönmediğini söyleyen de var; “kızanlarından biri tarafından uykudayken hançerlendi,” diyen de... Daha yaşlı olan bazı kimseler ise Sümbül Efe’nin, bir gece kör karanlıkta Ayvalık’a giderken köprü üstünde atıyla birlikte vurulduğunda ısrar ediyor. Bu yüzden olsa gerek, mezarının Ayvalık civarında olduğuna inananlar çok.
Ölüm nedenini, mezarının yerini tam olarak bilmiyoruz ama bu dünyadan nevi şahsına münhasır bir efenin, adıyla sanıyla Mor Sümbül Efe’nin geçtiğini biliyoruz. Bir hayalimiz de var elbette: Bir Sümbül Efe heykeli. Sümbül Efe’nin kolları açık, zeybek oynayan hali. Fakat diğer efe heykellerinden bir farkı olacak bunun. Zeytini çok sevdiğini, her fırsatta dağda bayırda gördüğü deliceleri aşıladığını hayatta olan bütün kızanlarının söylediği Sümbül Efe’nin heykelinde bir zeytin ağacı da olacak. Zeytin ve Sümbül Efe... Bu iki dost böylece tekrar buluşmuş olacak.
Ruhun şad olsun efem, zeytin ağaçları gittiğin yerdeki kızanların olsun!









Yorumlar