top of page

Körfezden Anılar – Dr. R. Oğuz SAĞDIÇ


Öğretmen Evleri

 

Çocukluğumdan bir Öğretmen Evleri sabahı

Deniz çekmiş pikesini, başı Kazdağları’nda

Nemli uykusu henüz açılmamış belli ki... 

Bu dingin tan sessizliğinde tek duyulan      

Ufuktan gidip gelen bir balıkçı motoru...

  

Çocukluk günlerimin hemen hemen en tatlı birçok anısı Körfez'de Burhaniye'nin plajı Ören’in Öğretmen Evleri Mahallesinde geçti. Pelitköy doğumlu babamın zeytincilik ile uğraşan büyük bir ailesi vardı. Edremit’te babaannem Rukiye Sağdıç, babamın dayısı zeytinci Mustafa Emir, Akçay’da Edremit Gazetesi’ni çıkaran amcam Emrah Sağdıç otururdu. Yine babamın yakın akrabaları, büyük dayısı zeytinci Necati Emir, küçük teyzesi Nedret Işık, Eşi Edremit Zeytincilik İstasyonu müdürü Fikri Işık, babaannemin kuzeni zeytinci Mustafa Su hep Pelitköy kökenli olduklarından evimize yürüme mesafesinde oturuyorlardı. Böyle olunca sevgi dolu büyük bir aile içinde büyümenin şansını yaşadım.

Necati dayımın oğlu Ahmet bir Burhaniye buluşmamızda şöyle demişti: “Dikkat ettin mi? Bütün illerde Büyük Camii isminde bir cami vardır. Ama Burhaniye’deki Büyük değil Koca Camii. Çünkü körfez insanı sıcaktır esprilidir, koca gönüllüdür...” Gerçekten de körfez insanının kucaklayıcılığını daha sonra hiçbir yerde görmedim.

Mahalle komşularımız, yakınımıza kurulan Sunar Sitesi ile ülkenin seçkin insanlarından oluşan bir kültür feneri gibiydi ve onların çocuklarının birçoğu da benim mahalle arkadaşlarımdı. Kimler yoktu ki: Fakir Baykurt (1929-1999), Talip Apaydın (1923-2014), Ruhi Su (1923-2014), Bahri Savcı (1914-1997), Sami Küçük (1916 -2011), Tabii Senatör Vehbi Ersü (1918-1982), Uğur Mumcu (1942-1993) Atalay Yörükoğlu (1928-2004), Asım Bezirci (1927- 1993), Salâh Birsel (1919-1999), Oktay Akbal (1923-2015), Sevgi Soysal (1936-1976), Mümtaz Soysal (1929-2019), İlhami Soysal (1928-1992), Hüsamettin Bozok (1916-2008), Hikmet Çetinkaya, Özdemir Nutku (1931-2019), Recep Bilginer (1922-2005), Füruzan (1932, 2024), Oğuz Tansel (1915-1994), Müşerref Hekimoğlu (1923-2004), Adnan Turani (1925-2016)... Ve hanemizde fotoğraf alanında Devlet Sanatçısı babam Ozan Sağdıç ve rol modelim de dedem Âbidin Elderoğlu (1901-1974). Türkiye ortalamasına göre çok sıra dışı bir kültürel mahalle yoğunlaşması idi bizim mahallemiz.

 

Âbidin Dedem

Âbidin Dedem Kafkas kökenli, Türk resim sanatının soyutlama döneminde zamanının çok ötesinde olan sanatıyla, yaşarken çok anlaşılamamış öncü bir sanatçı. Bizde pek değil ama dünya sanat çevresi onun değerini fark etmişti bile. Devlet desteğiyle değil, kendi imkanlarıyla katıldığı iki büyük bienalden ve bir uluslararası resim festivalinden en büyük ödülleri alarak ülkemizi onurlandırmış bir sanatçı; 1963 yılında gerçekleştirilen São Paolo Bienali’nde Şeref Ödülü’ne, 1966 yılında gerçekleştirilen Tahran Bienali’nde İmparatorluk Büyük Ödülü, 1972 Fransa’daki Cagnes-sur-Mer Bienali’nde ‘’Prix National’’ ödülü ile onurlandırılmış. Onu kaybettiğimizde, ben 12 yaşındaydım. Ah keşke diyorum, biraz daha anlayacak yaşta olsaydım da onun öğütlerini, yönlendirmelerini daha anlayarak uygulasaydım, onunla daha nitelikli bir zaman geçirebilseydim. Onun arşiv çalışmalarını yaptığım zaman, fark ettim ki benim çocukluk anılarım onunla geçirdiğimiz birkaç yaz ayında Öğretmen Evleri’nde yaptığı sulu boyaların bir kısmında hala capcanlı.

 

Mahallenin çocukları, gençleriyle denize girdiğimiz yer eve biraz uzak, o zaman var olan küçük koyun karşı tarafındaydı. Annem sesini duyuramayacağı için, evin önündeki ipe kırmızı bir çamaşır asardı. Bu “Hadi gel, sofraya oturuyoruz” anlamındaydı.

 

İlk çocukluk anılarımda, önümüzdeki sahilden sütçülerin, at arabalarında armut, kavun, karpuz satan satıcıların geçtiğini anımsıyorum, hatta bazen zeytinci develerinin bile. Çok küçükken develerle ilk karşılaşmamı ve onları dev birer köpek sanmanın dehşeti hiç unutamam… Meğer Yörükler zeytincilik bölgelerinde develeri ulaşımı güç yerlerde devşirilen ürünleri taşınmak için kullanırlarmış.

 

Âbidin Dedem beni de hep resim yapmaya teşvik ederdi. Ah çocukluk, her ne kadar sabretmeyi, onun deyişi ile “sebat etmeyi” de ilk kez ondan öğrendiysem de, galiba bu sabır isteyen eylem aksiyon dolu deniz kenarı ortamında kıpır kıpır çocukluk için sıkıcı geliyor olmalıydı. Ama onun yine de resim yapabilmenin tek yolu olan önce gözlem yapmaya dair söylediği, bakmayı değil görmeyi telkin ettiği sözleri bugün gibi aklımda. “Dikkat et!” derdi, “zeytin ağaçlarının üst yapraklarındaki ışıltıyı görüyor musun? Biraz iğde ağacında da vardır, ama bu güzel gümüşî ışıltı başka hiçbir ağaçta yoktur”.

 

Resimli Ev

Öğretmen Evleri Sitesi adından da anlaşılacağı gibi öğretmenlerin kurduğu, başlangıçta iki odacıktan oluşan mütevazı kooperatif evlerinden ibaretti. Babamın Pelitköy’de başlayan ve ilkokul ile Edremit’te devam eden çocukluk anıları hep capcanlıdır. Bu sebeple Öğretmen Evleri’nde bir ev almayı arzu etmişler, şans da onlara yardım etmiş. Babam inşaatı sürerken aldığımız evi tamamlamak için yaratıcılığını kullanarak evin arkasına ahşap bir de mutfak inşa etti. Evin önündeki ufacık sahanlığı da büyüterek geniş bir teras haline getirdi ve üstüne de demir karkas üzerine kestirdiği incecik tahta şeritlerle orijinal bir gölgelik tasarladı. Âbidin Dedem resmi yaşamın bir parçası olarak görüyordu ki tuvalden başka resim zeminleri dener, uygulamalar yapardı. Bizim evin de cephesini soyut desenleri ile şenlendirdi. Zaman öyle bir zamandı ki, henüz soyut resim nedir pek kimsenin fikri yoktu. Hatta dedem sıklıkla karşılaştığı bu resim neyi anlatıyor sorusuna şakayla cevap verirdi: “Bir şeymiş, bir şey yemiş, kemikleri kalmış…”. Kimse bir anlam veremese de bütün mahallede evimizin adı ‘resimli ev’e çıkmıştı.


Dostumuz Howard şimdilerde Camerata Schweiz'in müzik ortağı. 10 yıl boyunca Zürih Oda Orkestrası'nın Genel Müzik Direktörlüğü’nü yapmış, 11 yıl boyunca da Brandenburg Devlet Senfoni Orkestrası'nın Genel Müzik Direktörlüğü’nü. Halen Salzburg Mozarteum, ORFF Viyana, Alman Radyo Senfoni Orkestrası, BBC NOW gibi birçok orkestrada konuk sanatçı olarak yer almakta. Herhâlde Avrupa radyolarının en izlenilen şeflerinden…


Güneş tam evin karşısında, denize batardı. Babam Ankara’daki işlerinin yoğunluğu ve sık yurt gezileri sebebiyle yazın uzun kalamıyordu. Mevsim değişiminin yarattığı etkiyle olsa gerek annem telefonda bir süredir gün batımlarının çok güzel gurup manzarası oluşturduğunu söyleyince babam bütün ağır Hasselblad fotoğraf makine setiyle çıktı geldi. İki gün boyunca gurup fotoğrafları çekti. Ardından Ankara’ya dönmek için toparlanmaya başladı. O sırada ben arkadaşım Ümit’le oyun oynuyordum. Oyuna daldığım bir anda Ümit, babamın parlak sarı renkli diyapozitif rol-film makaralarını keşfetmiş, oyuncak sanarak hepsini açmış, merakla bana seslenerek: “Oğuz bu ne!” dedi. O an durumu fark eden babam, iki günlük emeğinin bir anda yok olmasının verdiği dehşetle bana bağırmaya başladı: “Oğlum, misafir bilmez bunların ne olduğunu ama sen neden göz kulak olmadın?” diye. Ümit bir anda yok oldu ama babam bana söylenmeye devam ediyor. Az sonra evimizin önüne öfkeli bir kadın yaklaştı... Yanında da Ümit. Kadın hesap soruyor “Çocuğumu niye ağlattınız?” diye. Babam; “Hanımefendi oğlunuz çektiğim bütün filmleri yakmış, ama ben ona ağzımı bile açmadım, kendi oğluma kızdım söylendim” diye… açıklayacak oldu, ama Ümit’in annesi daha yüksek tondan sözünü keserek: “Utanmıyor musunuz koskoca adam küçücük çocuğu bir film için ağlatmaya. Alt tarafı bir film, neyse parası veririz size” dedi ve gitti…

 

Âbidin Dedem 29 yaşında Türk Eğitim Derneği'nin verdiği iki yıllık bursla Paris'e gitmiş. 1930-1932 yılları arasında önce Académie Julien'de Paul Albert Laurens, sonra André Lhote’un öğrencisi olmuş. Bir rastlantı eseri, kaldığı pansiyonda oda arkadaşı Ahmet Adnan Saygun’muş. Bu arkadaşlık süresince dedem Saygun’u müzelere, sergilere götürürmüş, Saygun da dedemi operalara, konserlere sürüklermiş. Çok büyük ihtimalle, bu etkileşim iki sanatçının da sanat yolculuğunu derinden etkilemiş olmalı. Saygun, bestelerinde daha görsel daha plastik tınılar aramış olmalı, dedem de resimlerinde daha müzikal nitelikler. Âbidin Dedem açısından bunun kanıtı daha sonra kaleme aldığı manifestosunda kayıtlıdır: “Sanatım, resim sanatının soyutluğunu sağlamak amacına yönelik; müzikteki seslerin, işlevlerine göre uygulanmasına koşut olarak renk, biçim, açık-koyu ve yarım koyuluk gibi plastik öğelerin etkinliklerine dayatılmış ve böylece oluşmuştur, resimlerim neden ve konu aramaya kapılmadan gözle dinlemek içindir.” der ve belki yine Saygun’un verdiği ilhamla olsa gerek üç kızını, sırasıyla annemi ve teyzelerimi konservatuara yazdırmış.

 

Burada annemin konservatuvardaki yakın arkadaşlarını görüyoruz. Filiz Ali, Uğurtan İdil (Aksel) (1936-2017). Annem Olcay Elderoğlu (Sağdıç) ve Cemil Sökmen (1932-1984). Annem 1958’de konservatuvardan mezun olduktan sonra stajyer viyola sanatçısı olarak CSO’ya giriyor, daha sonra kadroya geçiyor ve 42 yıl fiilen çalıyor. Emekli olduktan sonra da Başkent Oda Orkestrası’nda 17 yıl devam ediyor. Bilge teyzem opera orkestrasından harp sanatçısı olarak emekli oldu. Esen teyzem bir süre piyano öğretmenliğine devam etti, sonra resme geçti. Öğretmen Evleri’nin yıldızlı akşamlarında annem ve teyzelerimin söylediği konservatuvar koro şarkıları hâlâ kulaklarımda yankılanır. Özellikle Eduard Zuckmayer’in Türkçeleştirdiği Franz Schubert'in Der Lindenbaum (Ihlamur Ağacı). Belki bu nedenlerle benim küçük yaşlarımda başlayan müzik sevgim de bugün koro çalışmaları ile devam ediyor.


Filiz Ali’nin babası Sabahattin Ali ile ailemizin tanışıklığı onun çocukluk yıllarına diğer dedem şair Ruhi Naci Sağdıç’ın (1895-1958) onu keşfetmesi ile başlamış. Dedem Ruhi Naci Sağdıç ve babamın dedesi Mehmet Cavit Emir (1880-1950) Kurtuluş Savaşı kahramanlarından ve Kuvâ-yı Milliye’ye ismini veren dört kişiden ikisi. Ruhi dedem Kuvâ-yı Milliye Kâtib-i Umumisi olarak Edremit’te cephe için teşkilatlanmayı sağlamış, Karesi Meclis-i Umumi azalığı yapmış, büyük dedem Mehmet Cavit ise ziraatçi, fabrikatör ve çiftçi – Kaza İdare Meclisi Üyesi, Livâ Genel Meclisi, Donanma Cemiyeti, Maârif Maliye Cemiyeti Üyesi, Müdâfaa–i Milliye Başkanı, Ayvalık Cephesi Millî Alay Komutanı, İzmir Kuzey Cephesi Grup Komutanı, Genel İhtiyat Kuvvetleri Komutanı – II. Dönem Karesi Milletvekilliği görevlerinde bulunmuş. Milletvekilliği 1946’ya kadar 6 dönem boyunca sürmüş. Bugün her Anıtkabir’i ziyaret edişimde onların da fotoğraflarının bulunduğu Kurtuluş Savaşı Müzesi’nin Kuvâ-yı Milliye’de Ayvalık Cephesi vitrininde onların fotoğraflarını görür, onlarla ve elbette hem sanatsal birikim hem de kıdem bakımından Türk fotoğrafçılığının duayeni kabul edilen babam Ozan Sağdıç ve Türk soyut resminin öncüsü Âbidin Dedem başta olmak üzere ailemin bütün sanatçıları ile gurur duyarım.

  

Ruhumun Kıyısında...

 

Öyle bir taş kaydırmak istiyorum ki,

Gergin atlasın üzerinde

Sekecek, sekecek,

Sıçrayacak, sıçrayacak,

Kanatlanıp, uçacak...

    Uzak, çok uzaklarda,

    Güneşin aynasını öptüğü yerde

         Yeniden can bulacak...

 

ree
ree
ree
ree
ree
ree
ree
ree
ree
ree

GÖRSELLER: 1● Sol tarafta İskele Mahallesi  2● Sağ tarafta Kaz Dağları  3● Komşumuz Kahraman Bey’in evi

GÖRSELLER: 1● Annemin i̇pe serdiği bazen kodlu çamaşırlar. 2● Eşek sırtında sütçüler

GÖRSEL:Fotoğrafta resimli evimizde annem babam ve misafirlerimiz.CSO viyolacıları Semra ve Howard Griffiths çifti.

GÖRSEL:Semra ve Howard Griffiths çifti ile Ayvalık Şeytan Sofrası’nda ben onların fotoğrafını çekerken babam da bizim fotoğrafımızı çekmiş.

GÖRSEL:Konservatuvarda yakın arkadaşlar

GÖRSEL: Annem Alibey Adası diğer adı ile Cunda’da bir kedi yavrusu ile selamlaşırken

GÖRSEL: Anıtkabir Müzesi - Kuvâ-yı Milliye’de Ayvalık Cephesi vitrini


 


Yorumlar


  • Instagram
  • Facebook
  • X

Dilek ve önerileriniz için bize yazabilirsiniz.

bottom of page