top of page

İyi doktor- kötü öykücü- Feyza HEPÇİLİNGİRLER

      Gururlu mu demeli, kibirli mi; nasıl da kendini beğenmiş biri bu. Bahçenin bir köşesinde oturmuş, üstten üstten bakıyor herkese. Yanımıza sokulmak bir yana, kimseyle göz göze gelmemek konusunda kararlı. Başı bizim yana dönük ama hiçbirimizi görmediği nasıl da belli. Bakışlarını görebilsem, bizim üstümüzden, hiçbirimize değmeden ya da bizi delerek, içimizden geçip gittiğini, uzaklara, çok uzaklara baktığını fark edeceğimi biliyorum ama göremiyorum. Başında şapkası, gözünde kapkara gözlükler. Ayvalık’ın zenginlerinden birinin karısı olacak. Hasat zamanı geçti. Onun şimdi Alplerde bir kayak merkezinde ya da Paris’te alışverişte olması gerek. Özel bakım alacağı yerler dururken Ayvalık Devlet Hastanesinde ne işi var? Yalnız Ayvalık’ın tek hastanesine değil, hiçbir devlet hastanesine gitmezler onlar. Yoksullar gibi öyle sık sık hastalanmazlar zaten. Soğukta kalmazlar ki soğuk algınlıkları olsun, kötü beslenmezler ki beslenme bozukluğundan kaynaklanan hastalıklarla boğuşsunlar. Olsa olsa diyet programı için danışırlar doktorlarına, tükenmişlik sendromu yaşarlar, depresyonları olabilir; en fazla aşırı protein yüklemesinden gut olurlar.

     Az sonra başlayacak kısa bir toplantı için çağırıldık ve toplantının içeriği ya da konusu hakkında hiçbir fikrimiz yok. O kim ve niye burada? Hastanenin hasta ve hasta yakınlarına kapalı bu özel bahçesinde ne işi var? Doktor arkadaşlarımızdan birini mi tanıyor? Hastabakıcılara bahşişi bol tutup mu girdi bu arka bahçeye?

     Ben doktor değil, öykücü olmalıymışım. Duruşuna, tavrına bakarak şipşak yazarım onun öyküsünü şimdi. Hem de kalemsiz kâğıtsız. Hem de karanlık gözlüklerinin altında kalan gözlerinden bize, şu küçücük bahçeyi dolduran çoğu kadın doktor kalabalığına bakarak. 

         Bunlar da doktor oldular diye kendilerini bir şey sanıyorlar. Yamuk yumuk kadınlar… Besbelli koca bulacaklarına pek güvenemedikleri için o uzun tıp tahsilini göze almışlar. Yoksa eli yüzü düzgün bir kız, tıp okumaya kalkar mı? Erkeklerde de pek iş yok. Baksana benim kadar alımlı bir kadın burada oturacak da ortamdaki erkekler ilgilenmeyecekler. Olacak iş değil. Yok canım, bunların erkeklerinden de hayır gelmez, kadınlarından da. Doktor oldular diye burunları Kaf dağında.

 

     Aaa! Bir dakika! Öyküyü değiştirmek zorundayız. Bizim başhekim, kadının yanına geldi. Doktor tanıdığı mı var, diyordum; meğer başhekimi tanıyormuş. Sıtkı Bey’e bak sen! Yanına mı oturacak? Oturdu bile. Bir de kucaklaşmazlar mı? Aralarında iş ilişkisi olabilir. Bir alışveriş… Mesela... Mesela…

          Doktorlar arabaya iyi bakarlar diye sana gönül rahatlığıyla teslim edeceğim Maviş’imi Sıtkı Bey. Başkası olsa kolay kolay vermezdim. Refik kırılmasın diye bir şey söylemiyorum ama yeni arabam ne kadar güzel olursa olsun Maviş’imin yerini tutamaz. Refik de durmadan “Bu da Maviş’inle aynı marka, onun bir yeni modeli, ondan daha rahat, daha ferah. Şu aksesuara baksana, iç dizaynı mükemmel,” diyor. Üstelik “Bunun rengi de mavi”, diyor. Maviden maviye fark var, değil mi ama Sıtkı Bey? Hem ben sadece mavi olduğu için Maviş demedim ki Maviş’ime. Onun kadar sevimli bir araba daha yoktur. Cana yakın, sıcak… Huyu suyu da maviş, diyeceğim. Arabanın huyu suyu mu olurmuş, diyeceksin. Deme vallahi. Olur. Uğurum o benim. İlk göz ağrım... Niye sattığıma gelince… Refik sat diyor işte. İki kişiye üç araba çok değil miymiş? Ama o maviş, diyecek oldum. Bu da mavi, dedi. Mavi ile Maviş bir olur mu hiç? Aradaki farkı anlamıyor. Ne diyordum? İyi bakın Maviş’ime ne olur. Sakın incitmeyin onu.

     Ooo. Kadının eli bizim başhekimin avuçlarının içinde. Olmadı. Bu kurgu da tutmadı. Tümden değiştireceğiz şimdi. İş ilişkisi falan değil bu. Başka türlü bir şey… Ama Sıtkı Bey, Meral Hanım’a bu buluşmanın haberini verecek çok kişi var burada. Bunu da hesaba katsanız iyi olur hani! 

     Buraya gelmemi istemediğini biliyorum Sıtkıcığım. Ama kim nereden anlayacak Allah aşkına? Baksana herkes kendi havasında. Çok özledim seni bir tanem. Bir haftadır görmedim. Dayanamam senin hasretine öyle uzun boylu. Bilmiyor musun aşkım? Anla işte. Çok özlüyorum seni. Yok başka bir neden. Ne neden olacak? Seni özlemem yetmez mi? Merak etme, sen toplantıya girmeden giderim. Hiç zor durumda bırakır mıyım seni? Özlemim dinmedi ama yüzünü gördüm hiç olmazsa, iyi olduğunu öğrendim ya, gerisi önemli değil. Ama bu gece olmazsa yarın akşam geleceğine söz ver. Vermezsen gitmem bak. Burada kalıp ayak bağı olurum sana. Daha ileri gitmem canım. Herkese sevgilin olduğumu söyleyecek halim yok. Hem sevgilisi olan sırf sen misin? Kim bilir seninkiler de ne işler çeviriyorlardır gizliden gizliye. Doktorlarla hemşireler… Hı, herkes bilir bunu. Kim bilir sen bile… Hem de kaç hemşireyle, değil mi? Hadi hadi, az değilsindir, bilmez miyim seni?

     Toplantı başlayacakmış. Şimdi, hemen mi? Ne güzel eğleniyordum şurada. Yeni kurgunun en heyecanlı yerine gelmiştim.

     Başhekimin buradan ayrılması, sevgili konuğunu bırakması zor olacak. Ama görev beklemez. Aşk ve görev… Da-da-da-dan!

     Öteki arkadaşlar çoktan girmişler bile toplantı salonuna. Öykü kurgulamaya fena kaptırmışım kendimi. Masanın bir ucuna geçip oturuyorum. Neden toplandığımızı kimse bilmiyor. Olağan toplantılardan biri değil bu. Özel. Neden özel? Kim bilir! Başhekim gelmeden toplantı başlayamaz. Başhekim de sevgili konuğu mu, nesiyse artık, onu bırakıp nasıl gelecek bakalım. Hayda! Şapkalı hanım da geliyor Sıtkı Bey’in yanında. Yok artık! Toplantıya da mı? Oturuluyor. Burada da çıkmıyor şapka ve gözlükler. Niyeyse artık? Birileri, böyle şapkalı ve gözlüklü olduğunda çok güzel göründüğünü mü söyledi acaba hatuna? Ee, başlasın artık şu toplantı. İşimiz gücümüz var. Herkes yavaştan kıpırdanmaya başladı. Şule de,

     “Deniz Hanım ne zaman başlayacak toplantı?” diye bana sormaz mı? Ben nereden bileyim, demiyorum. Karşı soru yöneltiyorum:

    “Ne hakkındaymış? Sen biliyor musun? Konumuz ne? Niye toplanmışız?”

    Şule, benim bilmediğim konuları kendisinin bilemeyeceğini anlatan bir dudak büküşle şaşkın bakıyor bana. Derken, 

     “Arkadaşlar,” diye söze başlıyor Sıtkı Bey. “Gördüğünüz gibi bir konuğumuz var. Sizi yeni açılacak onkoloji servisinin hasta kabul bölümünü tefriş edecek olan Nevin Tansel Hanım’la tanıştırmaktan onur duyarım.”

    “Tefriş” sözcüğünü bilmiyor Şule. Gözleriyle soruyor: Ne demek?

   “O döşeyecekmiş” diye fısıldıyorum. Takdir etme ile kınama arasında bir inanmazlıkla dudak büküyor.

   Sıtkı Bey’e odaklanıyorum tekrar. Tüh! Kadının kim olduğunu bu arada söylemiş olmalı. Duyamadım.

    “Bildiğiniz gibi, kızları Seval bizim hastamızdı,” diye sürdürüyor konuşmasını Sıtkı Bey. “Kurtaramadık kendisini ama ailesi, ilgimize, özenimize duydukları şükranı böyle ifade etmeyi uygun görmüşler. Kendilerine huzurunuzda teşekkür etmek istedim. Sizlerle tanıştırmak için hastanemize davet ettim. Sağ olsunlar, kırmadılar, geldiler.”

     Başhekim konuşmayı bitirip tanıştırma faslına geçtiğinde ben allak bullak olmuş durumdayım. Seval Tansel… Dünyalar güzeli bir kızdı. Üniversiteyi İzmir’de bitirmiş, yüksek lisans için yurt dışında bulunduğu sırada hastalanmıştı. Ailesinin varlıklı olduğunu bilirdik ama ellerinden bir şey gelmedi. Bizim elimizden de bir şey gelmedi. Geç kalınmıştı. Kanser çok yayılmıştı. Kurtarmak mümkün olmadı.

    Tanıştırma faslında sıranın bana geldiğini fark etmemişim.

    “Deniz Hanım,” diyor Sıtkı Bey. “Seval’le yakından ilgilenen doktorlarımızdan biridir.”     “Deniz Kırcan mı yoksa?” diye soran gözlerle bana bakıyor Nevin Hanım. Yarım saatten beri hakkında uydurduğum öyküler yüzümden okunabilirmiş gibi, başımı olabildiğince öne eğip,

    “Evet efendim,” diye mırıldanıyorum.

   ”Sarılabilir miyim size?” diyor. Gözlüklerini masanın üzerine fırlatıyor. Ağlamaktan kan çanağına dönmüş gözler çıkıyor gözlüklerin altından. Benim iyice sarkıttığım yüzümü öpmek için eğilince şapka da düşüyor başından. Şapkanın altından da dipleri bembeyaz olmuş saçlar…

    “Hep sizi anlatırdı bize,” diyor. “Baş başa kaldığımız her an, sizlerden söz ederdi. Özellikle de sizden. Onunla ne kadar ilgilendiğinizi, onu kurtarmak için nasıl çırpındığınızı.” Ve boşalıyor. Kim bilir ne zamandır bastırmaya çalıştığı hıçkırıklarla… Boğulur gibi. Ağlıyor.

    “Siz yalnız çok iyi bir doktor değil, aynı zamanda çok iyi bir insansınız,” diyor. “Çok iyi bir insan”.

    “Ve çok kötü bir öykücü,” diyorum içimden. Utancımdan başımı kaldırıp yüzüne bakamıyorum. Bastığım yer açılıp içine alamaz mı beni? Ne olur! Hemen şimdi! 

ree

 

 

 

Yorumlar


  • Instagram
  • Facebook
  • X

Dilek ve önerileriniz için bize yazabilirsiniz.

bottom of page