Dünyayı Kurtaran Adam-Aysun KARA
- Zeytin Hasadi Dergisi
- 8 Eyl
- 5 dakikada okunur
Annem soğandı, babam sarımsak, hâliyle ben de kademsiz, bastığım yerde ot bitmezmiş. Bildiğim işittiğim kadardı.
Okullar açılalı bir ay kadar olmuştu. Hasat zamanıydı, anam zeytin tarlasında yevmiyeci, babam sırıkçıydı. Ben de yevmiye verirler umuduyla zeytin tanelerini çamurun içinden seçiyordum. Kolumdan tutup mahalledeki okulun bahçesine kim getirdi hatırlamıyorum. Okul taşlı bir avlunun etrafında sıralanmış sekiz sınıftı. Müdür padişah çatık kaşlıydı, boyu okuldan uzundu sanki. Kapı gibi müdür, kir pas içindeki hâlime bakıp “Bu çocuğu okutmaya çalışmak beyhude çabadır,” dedi. Yine de birinci sınıfları okutan hoca’anımlara haber saldı. Sezin Hoca’nım, “Olmaz,” dedi, “okulun açıldığı bir ayı geçti, sınıfın düzeni bozulur, kabul edemem.” Mualla Hoca’nım beni görünce ince bacaklarıyla topuklu ayakkabıları üzerinde yaylanıp dudaklarını ısırdı, “Alırım ben bu çocuğu,” dedi. Okulun hademesi Hayalet Nedim Abi’ye, “Yıka pakla, benim sınıfa getir bu çocuğu, ben okuturum, herkes de görsün bakalım!”
Yaşlandığında eski günleri anarken, “Aslında ben de almayacaktım ama sırf o kendini beğenmiş Sezin’e inat diye, bir de gözleri zeytin gibi kara ve parlaktı,” demiş.
Beni sınıfına kabul etmeyen Sezin Hoca’nımın kedilerden ödü kopuyormuş. Sözde korku değil de alerjisi varmış. Kimse bu martavalı yutmuyormuş hâliyle. Bahçe kapısının önüne süte ekmek doğrayıp bırakanlar yüzünden Sezin Hoca’nım her sabah sokak kedilerinin arasından geçip kendini avluya zor atıyormuş.
Padişah Müdür, Hayalet Nedim Abim’in soğan sarımsak yemesini yasaklamış ama tükürük köftesinin, balık ekmeğin hatırı var. Yeniyor hâliyle. Bu sefer de ter kokuyor diye kızıyormuş. Hayalet Nedim Abim yıkanmayı sevmezdi. Kediler ve tavuklarla kendi sıcağında uyurdu. Soğuklarda kantinde otururdu. Kızarmış patates ve tost kokardı hâliyle. Omuz silkerdik koktuğuna. Hayalet, “Bu müdür padişah adam olmaz,” diyordu. “Kendini yer bitirir. Kalpcağızına yüktür bu deli öfkesi. Hangi gündür bir tık dese yüreciği.” Söylediklerini kimse duymazdı hâliyle. Kıs kıs güldüğümüzü de. Dört sene böyle geçti.
Ekim sonu ya da kasım başıydı, okul açılalı bir buçuk ay geçmişti. Müdür padişah Hayalet Nedim Abim’e her teneffüste koridoru paspaslamasını emretmişti. Üçüncü dersin zili yeni çalmış ki okulun demir kapısı sürterek açılmış. Hayalet Nedim Abim o sırada paspas nöbetindeymiş. Bahçe kapısında elinde değneğiyle iri kıyım, kır sakalı kıvırcık saçlarına karışmış adamı görünce şaşırmış. Adam ağır adımlarla salına salına bahçeyi geçip Nedim Abim’in paspasının önünde durmuş. Görünüşünden yaşını kestirmek zormuş. Kırış kırış yüzüne bakınca pekâlâ yüz yaşında olabilir, diye düşünebilirmiş insan lakin gülümseyince yirmi beş yaşındaki bir delikanlının canlılığı hissediliyormuş. Başında yanlara doğru kanat gibi açılan bir şapka varmış. “Ben ulağım,” demiş, “tanrıların ulağı.” Sesi sanki bedeninden değil de gökyüzünden geliyormuşçasına kalın ve ahenkliymiş. Hayalet Nedim Abim, dilenci ya da kafadan kontağın biri diye düşünmüş önce. Adam Hayalet Nedim Abim’i tanıyormuş. Adını, yaşını, karısını, çocuğu olup olmadığını sormamış. Sarımsı gözlerini kısarak “Hadi,” demiş, “hazırlan, gidiyoruz!”
Hayalet Nedim Abim biraz değişiktir ama ilk gördüğünün peşine takılıp gidecek kadar da sorumsuz değildir. Himayesine aldığı yavru kedileri beslemek için cumartesi pazar demeden topal ayağını sürüyerek okula gelir. Aylar sonra geri döndüğünde anlattığına göre, Ulak büyücü gibi bir şeymiş. Karşısında belirince bizimkinin ağzı, dili bağlanmış. Paspası oracıkta, koridorun orta yerinde bırakıp Ulak’ın peşine takılmış. Aklına ne müdür padişahın ortalığı kasıp kavuracağı ne de 4-C sınıfının arkasından günlerce gözyaşı dökeceği gelmiş. Şapkalı Ulak sanki gökten zembille inmiş de bizimki de o zembile binip ardına bakmadan sırra kadem basmış.
Ulak ağaç kabuğu renginde, bileklerini saran deri sandaletler giyiyormuş. Bütün bu toprakların bekçisiymiş. Biz doğmadan çok önceden o buradaymış. Çamlığı, bayırdaki yüzyıllık incir ağaçlarını, gâvurlardan kalan zeytin ağaçlarını, dutları, tek tek eliyle koymuş gibi tarif ediyormuş. Yabancı olsa, yalan söylese bunları nereden bilecekmiş. “Bu siyanürle altın çıkaran deyyuslar, yerin yedi katına kadar beton basıp göğe uzanan bina diken hayâsızlar yüzünden tekmil körfez zehir kusacak, kurdun kuşun soyu kuruyacak,” demiş. Nedim Abim anlatsınmış, inanıp inanmamak bizim bileceğimiz işmiş.
Hayalet Nedim Abim aylar sonra saçı sakalı birbirine karışmış hâlde geldiğinde apışıp kaldık. Okul çıkışında her zamanki arsada bizi topladı. “Bakın şimdi,” dedi, “Ulak beni bana öyle bir anlattı ki duysanız küçük dilinizi yutarsınız! Çingene Bahriye’yle sevdalısı Zekai’yi anam babam bilirdim ya, cümlesi yalanmış. Aslında volkanların efendisiymişim. Gençtim, topal bacağım, bet suratım yüzünden insan içine çıkmak istemezdim. Çirkin suratımın kefaretidir diye ateşin başında demir döverdim. Gece herkesin eve çekildiği saatlerde bomboş sokaklardan yokuşun tepesindeki eve döner, gün ağarmadan yeniden dükkâna koşardım. Yalan değil, çekici kor demire vururken mızrak uçları, kıldan ince kılıçlar, tunçtan savaş baltaları yapmanın hayalini kurardım ama bu Ulak bütün bunları nereden biliyor, şaşıp kaldım. Güya Kaz Dağları’nın tepesinde harlı bir kavganın içine doğmuşum. Kavgada lohusa anamın tarafını tutmuşum. Babamın öfkesinden dağ titremiş. Kudretli babam beni bacağımdan tuttuğu gibi iki bin beş yüz metre yüksekten fırlatmış.”
Biz tabii, el kadar bebenin anasının tarafını tutma palavrasına kasıklarımızı tuta tuta güldük. Hayalet Nedim Abim istifini bile bozmadı, gülmemizi duymazdan geldi. Zaten hikâyenin bu kısmı şüpheliymiş. Yeni doğmuş bebeği babasının dağın tepesinden fırlattığına yemin billah edenler olsa da annesinin göbek bağı kesilir kesilmez bet suratlı bebeden kurtulmanın yolunu aradığını söyleyenler de varmış. Bütün bu söylentiler Hayalet Nedim Abim’in bebekken sokağa atıldığı gerçeğini değiştirmiyormuş. Hem bütün kasaba akşam vakti sokaktan geçen Çingene Bahriye’nin önüne düşen bebenin sağ ayağının ters döndüğünü bilmiyor muymuş? Bunu bilmeyen var mıymış? Sus pus olduk hâliyle, başımızı önümüze eğdik. Bahriye’nin sokakta bulduğu topal bebeyi kucaklayıp tepe mahallesinde kendi çocuğu gibi büyüttüğünü biliyorduk. Buna itiraz edecek değildik.
Hayalet Nedim Abim yıllarca demirci Ferat’ın yanında çıraklık etmemiş mi? Etmiş. İzbe dükkânda ateşin başında gün görmeden yıllarca ter dökmemiş mi? Dökmüş. Demirci Ferat, “Bu bet oğlan sanki doğuştan demirci,” dememiş mi? İşte Ulak bütün bunları harfi harfine biliyormuş. Hatta Hayalet Nedim Abim’in herkesten gizli kömürlükte geceleri klarnet çaldığından, yavru kedileri biberonla beslediğinden bile haberdarmış. O kadar olur yani yuh, dedik. E şimdi her şeyi bu kadar bilen adam yabancı olur muymuş? Olmazdı tabii. Bu yüzden Hayalet Nedim Abim de Ulak’ın zembiline binip gitmiş. Birlikte dünyanın bütün volkanlarını gezmişler. Ateş denizlerinden geçmişler. Hayalet Nedim Abim demircilerin padişahıymış meğer. Dünyanın çıkan çivisini yerine koymak da onun göreviymiş. Aylarca volkanlarda çekiç sallamış, cehennem ateşinin karşısında günler geceler geçirmiş. Tunç, pirinç, nikel, kalay, bakır, bronz, altın, gümüş önüne seriliymiş. Hepsini karıştırıp dev bir çivi dökmüş. Ateşte eğip büktüğü çiviyi yeraltı sularıyla çeliklemiş. Sağlamlığını yerin yedi kat altında denemiş.
Dikenli telle çevirdikleri Çakır’ın zeytinliğinin çevresinde köpekler, silahlı külahlı zebella gibi adamlar beklermiş. Bilmez miydik! Geçen sene maden çıkarmak için gariban Çakır’ın zeytinliğini elinden yok pahasına almışlardı. Haberimiz yok muydu? Vardı hâliyle. Ulakla birlikte zembille zeytinliğin orta yerine inmişler. Hayalet Nedim Abim havadaki zehir kokusunu duymuş. Zeytin ağaçları yerlerinden söküleli üç gün olduğu hâlde taneleri gergin ve pırıl pırılmış. Yaban incirleri ve çamlar da işaretlenmiş, sıralarını bekliyormuş. Sondaj makinaları toprağın bağrını deştiğinden solucanlar, yılanlar, köstebekler kaçacak delik arıyormuş.
Ulak, “Bu zırtapozlar sonunda dünyanın çivisini de çıkardı,” derken bir yandan da çatlayıp kurumuş toprağı avcunda ufalamış. Değneğini Çakır’ın tarlanın orta yerine saplayıp, “Dünyanın çivisini çakacağın yer tam burası!” demiş. İşte Hayalet Nedim Abim çuvallara sarıp sarmaladığı çiviyi o gece kocayemişin altına saklamış.
Hayalet Nedim Abim, “Aramızda kalsın,” dedi, “yarın önemli gün, dünyanın çivisini tam da çıktığı yere kimse görmeden yerleştireceğiz! Çakır’ın zeytinlikte pikniğe var mısın 4-C?” diye sordu. Anlattıklarından sonra bizim sınıftan ancak yedi çocuk kalmıştık. “Varız!” diye hep bir ağızdan cevapladık.
Ertesi sabah gün doğarken kalktık. Türkülerle yola çıktık. Kartonlarda acemice yazdığımız bağırtı çağırtı, göğsümüz yırtılırcasına bağırıyorduk.
“Biz toprağı biliriz!”
Zeytinlerimiz, fıstık çamlarımız göz altında!”
“Çok uluslu komploya hayır! Siyanüre, madene, betona hayır!”
“Biz köylüler, eşekler ve topal köpeklerle birliğiz!”
Jandarma, silahlı adamlar, topal bir çingeneyle yedi çocuğun zeytinlikte bir saat piknik yapma isteğini geri çevirmedi. O gün çok yorulduk ama değdi, Hayalet’in geceden çiviyi sakladığı kocayemişi elimizle koymuş gibi bulduk. Ulak’ın işaretlediği yere milim kaydırmadan çaktık. İşimiz bittiğinde Çakır’ın zeytinliğinden alkışlarla çıktık. Çıkarken neden bu kadar sevinçli olduğumuzu kimse anlamadı. Hayalet Nedim Abim’in dünyayı kurtaran adam olduğunu yalnızca biz çocuklar biliyorduk. Onu hemen oracıkta bir taşın üzerine çıkardık. “Yaşa, var ol Hayalet!” bağırışları arasında ekmek, papatya ve zeytin dalı ödülünü Hayalet Nedim Abim’e verdik.









Yorumlar