top of page

Doğaya hiç rahat yok-Esra BAŞAK

Bitki bilimci ve aynı zamanda bitki sosyolojisinin ülkemizdeki öncülerinden Hikmet Birand Anadolu’da yaptığı bilimsel gezilerini derlediği, çok sevdiğim “Alıç Ağacı ile Sohbetler” kitabının giriş kısmında yüksek okula yazılmak için İstanbul’a gidişini şu şekilde tarif eder:

 

“İstanbul’u, denizi ilk defa görecektim, seviniyordum. Trenin penceresinden geçtiğimiz yerlere tecessümle bakıyordum. Bütün gün bozkırlar içinden geçmiştik; yadırgadığım bir manzara görmeden karanlık çökmüş akşam olmuştu. Ertesi sabah ortalık ağarınca pencereye doğruldum. Gözlerime ilişen manzara şaşırtmıştı beni; büyülemişti sanki. Arifiye’ye ya da Sapanca’ya doğru ilerliyorduk sanıyorum. Yeşillikler içinden geçiyorduk. Trenimizin kıvrıla dolana ilerlediği vadiyi ve iki yanından yükselen sırtları yamaçları örten ağaçların, çalıların yeşilliği, bir gün önceki bozkırlar gibi değil, değişikti. Bu benim görmediğim, bilmediğim bir başka güzellikti.  Gece karanlığından sabah ışığında birden karşıma çıkıveren, o zamana kadar tanımadığım bu yeşil dünyanın bendeki şaşırtıcı izlemini hâlâ hoş ürperti ile hatırlarım.

 

      Bu yolculuğun tam tersini 1990’lı yıllarda çalışanı olduğum Doğal Hayatı Koruma Derneği’nin o dönem  Ankara Ulus’taki ofisine İstanbul’dan Fatih Ekspres treniyle giderken yapmıştım. Hayatımda ilk defa Anadolu platosunun önemli bir kısmını temsil eden bozkır ekosistemini görüyordum ve çok şaşırmıştım. İnsanın alışık olduğu bir peyzajdan hiç görmediği farklı bir peyzaja geçişi birçok soruyu uyandırıyordu – bitki toplulukları ve bağlı canlılar neden belirli bir yerde var olurken diğer yerlerde yoktu?       Benzer şekilde, anneannemin memleketi olan Ayvalık’a geldiğim ilk seferlerde, özellikle Havran’dan itibaren yoğunlaşan zeytin birliklerinin içinden yolculuk yaparken yer gök zeytin süslü tepelerde sorular zihnimde belirmeye başlamıştı. Marmara Bölgesi’nden körfeze inildiğinde, ara ara görülen diğer ormanlardan renk ve şekil olarak çok farklı bu zeytin peyzaj bütünlüğü muazzamdı. Neden bu coğrafyada bu kadar yoğun zeytin vardı, bölgenin toprak yapısı, havası mı belirliyordu bu peyzajı? Milattan Önce on bin yılından itibaren delice zeytinlerden süregelerek yağı elde edilen, “soylu bir kültür ağacı” olarak betimlenen ve Akdeniz çanağına bizim kıyılarımızdan geçtiği söylenen tüm zeytin türleri düşünüldüğünde, Ayvalık zeytinini bunlardan ayıran ve özel kılan ne idi?      İstanbul’da büyümüş ve anneannem Piraye Karaca’nın memleketi Ayvalık ile o döneme kadar kurmuş olduğum tek bağ, kardeşi Gönül’ün zeytinliğinden gelen yağ ve evde tüm yemeklerin baskın margarin furyasına rağmen zeytinyağı ile pişirilmesi idi. Her nedense Ayvalık’ı yirmili yaşlarıma kadar bir kerecik olsun görmemiştim. O zamana kadar iyi kötü bir ‘köküm’ olduğunun pek farkında değildim. Her ne kadar o kök aslında Midilli’ye uzansa da,  artık benim de, “memleket nere?” diye sorulduğunda bir yanıtım vardı. Daha sonra, baba tarafından Güreli olduğumu da öğrenince Kuzey Egeli olduğum şüphe götürmezdi.       Ayvalık’a özellikle de Gönül teyzeyi ve kuzenlerimizden Tulya’yı ziyaret amaçlı daha sık gelmeye başladım. Nihayet, 2015 senesinde tam zamanlı yaşamak üzere Ayvalık’a taşındım. Bölge coğrafyasına, doğasına olan hayranlığıma rağmen, buraya taşınan birçok şehirli gibi yüz ağaçlık ufak bir zeytinliğim olsun, kendi yağımı üreteyim romantizmine pek kapılmadım. Yağ işi yapan aile fertlerinden hep duymuştuk: bu iş gözüktüğü gibi değildir, zahmetlidir, tayfa bulamazsın, güvenemezsin, mahsul yok yılı - var yılı derken tutarsızdır, geçimini sağlayamazsın, Türkiye’de tarım öldürülmüş, kırsal kalkınma bitmiş, zeytinlikler emlak, madencilik uğruna ranta kurban edilmiştir.       Gerçekten de sürekli bir seri vahşet yaşanıyordu etrafta. Zeytin yasasına müdahale edilmeye çalışılıyor, Soma Yırca’da binlerce zeytin ağacı ve tarım alanları kömürlü termik santral yapımı için alel tecel kamulaştırılıyor ve kökleniyordu; Kozak’ta ÇED’in varlığına bakılmaksızın taş ocakları mantar gibi bitiyor, Kaz Dağları altın madenleri için delik deşik ediliyordu. Kuzey Ege’ye hoş gelmiştim! Yerelde olup bitenlere seyirci kalmak ise içimi daha da yakıyordu. Ayvalık’ın modern bir otoyol girişine kavuşması, sonrasında ise doğal gaz hattının ulaşabilmesi için zeytinlikler yine kamulaştırılıyor, tiny house modası ile zeytinlikleri devşirme hamleleri meşrulaştırılıyordu. Yaklaşık 5 km’ye yayılan nadide Sarımsaklı kumul ekosisteminin önemli bir kısmı üzerine ‘peyzaj düzenlemesi ve altyapı hizmetleri’ adı altında Büyükşehir paydaş fikri almadan sıvama beton dökebiliyordu. Ayvalık Adaları Tabiat Parkı’nın içinde, Çıplak Adanın kuzeyine sualtı biyota araştırılması yapılmadan 300 kusur beton tonozla özel bir midye çiftliği kondurulabiliyordu. Doğaya hiç rahat yoktu!       Bütün çalışma hayatımın odağını oluşturan, bende merak olduğu kadar hayranlık uyandıran Anadolu yaşam ortamları ve yer yer tek nokta endemiklerle donanmış kendisine özgü biyolojik çeşitlilik, henüz araştırılmamışken hızla dönüştürülüyordu. Ayvalık’ta bu yatırımların bir kısmını sorgulayıp gerekli yasal süreçlerle durdurulması için mücadele eden arkadaşlara elimden geldiğince destek olmaya çalışıyorum. Ancak buraya Havran ovasından ilk geldiğim zaman zihnimde beliren sorular belki de bu dönüştürme hızına yenik düşecek. Hâlbuki coğrafyamızı anlamak zaman ve istikrar istiyor. Sözü yine Hikmet Birand ile bitirelim:

Galiba memleketlerin bölgelerinde, üzerlerinde yaşayan insanlarınki gibi, hatta daha iyisi onlarla ortak bir ruhu var ki ne elle tutulur, ne gözle görülür, kimi zaman toprağın altındaki su gibi derinlerde, ya da havadaki buğu gibi dağınık ve yükseklerde belki bir buğday başağında, belki bir pamuk kozasında, belki bir üzüm salkımında, ya da bir yavşan otunda, kâh yaptığından ettiğinden belli olan sihirli bir kuvvet, kâh yansımasında ışıldayan bir ışık, kâh bir koyun maviliğinde…

ree

Yorumlar


  • Instagram
  • Facebook
  • X

Dilek ve önerileriniz için bize yazabilirsiniz.

bottom of page