Bir Ayvalık Öyküsü-Prof. Dr. Y. Mimar Murat ERİÇ
- Zeytin Hasadi Dergisi
- 2 Eyl
- 7 dakikada okunur
Güncelleme tarihi: 3 Eyl
Yıl 2004, meydandaki kahvede bir adam denize karşı oturmuş, çayını içiyordu. Boynundaki denizci fularıyla halinde eski bir yelkenci havası vardı. Etrafta bir sessizlik hâkimdi. Gezi motorları bağlı oldukları yerden artık kalkmıştı. Sağ dizindeki ağrı nedeniyle ara sıra eliyle dizini ovuşturuyordu. Bu eskiden kalma işaretin ne anlama geldiğini çok iyi biliyordu. Mutlaka birkaç gün sonra yağmur yağacaktı. Şimdi ise gökyüzü açık, deniz durgundu. Hani tabak gibi derler ya, işte öyle. Sanki bu puslu hava bir şeyler olacakmış gibi sinsice beklemeye geçmişti. Anlaşılması zor, diye düşündü. Havadaki bu durgunluk hem bir esintiye hem de bir esine açıktı. Esinti ve esin kelimelerinin yan yana gelmesi güzel bir anlam taşırdı onun için. Gelen esinti denizin o güzel kokusunu da getiriyordu. Yüzyıllardır denizciler hep rüzgârları koklayarak yelkenlerini doldurmamışlar mıydı? Yaratıcılıkta esinin gelmesi duyguların ve sezgilerin bir sonucuydu.[1] Düşünceden yoksun olanlar, bu duyularını hiç kullanabilirler miydi acaba? Çayını içtikten sonra kalktı, aklına gelen bir şiiri mırıldanarak caddeyi geçti ve sonra da çarşıya doğru yürümeye başladı.
Yolumuza çıkar eski öyküler,
Karışır gerçeklerle hayaller,
Onlar öyle kişilerdir ki,
Göçle gelmişler, göçle gitmişler,
Sözü getirdik Ayvalık evlerine,
Ve de zeytinin zenginliğine,
Oturanlar kim mi dersiniz,
Zeytin sevgisini getirenler günümüze.
Cumhuriyet Meydanı’nda yine her yıl olduğu gibi zeytin hasadı kutlamalarının telaşlı hazırlığı vardı. Ne güzel bir şölen oluyordu, bu. Birinden duyduğu kadarıyla eski bir tarihte zeytin güzeli bile seçiliyormuş. Verdiği bir konferans sonrası Ayvalık’ın eskilerinden emekli öğretmen Levent Sinir adlı bir beyefendinin kendisine hediye ettiği CD arasında, çok aramasına rağmen bu resmi bir türlü bulamamıştı.
Evi,[2] Saatli Cami’yi geçtikten sonra gelen Taksiyarhis Kilisesi ile eski çeşmenin sağındaki sokaktaydı. Bazen bir sokaktan geçerken bakar, o eski harap hale gelmiş, yarısı yıkılmış, ayakta zor duran evlere, arkadan da “ah, bir bu evin bir dili olsaydı da anlatsaydı,” derdi. Acaba oralarda kimler oturmuştu, kimler dolaşmıştı bu sokaklarda? Kim bilir, kimler neler konuşmuştu? Tarihi doku, tarihi değer işte budur. Onlar bizim geçmişimizi, anılarımızı korurken geleceğimizi şekillendirir ve mirası bizden sonraki kuşaklara devreder. Bu nedenle geleneksel evlerimiz sadece konunun uzmanları için değil, tüm insanlık için de çok kıymetli bir hazinedir. Hâlbuki daha güzelleri karşımızda boynunu bükmüş veya çatısı çökmüş hâlâ duruyor ama biz onları hiç umursamıyoruz, diye düşündü.
Sızlayan dizi ve kafasında uçuşan bu farklı düşüncelerle evine[3] giden yolu nihayet yarılamıştı. Ama daracık sokaklarda yürürken bazı evlerin balkonlarında aşağılara kadar sarkan begonyaları gördükçe içi açılıyordu. Kendi kendine, insan yetiştirmek saksıda bitki yetiştirmeğe hiç benzemiyor, diye düşündü. Bazı insanların ise penceresinde tek bir saksıları bile yoktu, “peki eğitimli çocukları bunlar nasıl yetiştireceklerdi?” Kafasını sallayarak yoluna devam etti. Bu kez de ayağı kaldırımın kalkmış bir taşına takıldı. “Yahu burada özürlü biri nasıl yürür.” diye iç çekti. Başını kaldırdı, bir sürü acayip ve çirkin dükkân tabelalarına baktı. “Bu kadar da olmaz ki,” diye söylendi. Uygar olmak bir kerecikle veya biz geçmişte uygardık diye övünmekle olunmaz, uygarlık devam eden bir süreç değil midir? Denizde fırtına gelmeden önce genellikle bir sessizlik olur. Hava döner, rüzgâr farklı yönlerden esmeye başlar. Kuşlar şaşkın şaşkın sağa sola uçarlar. Gök kararır, hava grileşir, bir şey geliyor dersiniz ama ne, bilemezsiniz. Şimdi galiba böyle bir dönemdi, yaşanan.
Nihayet yeni restore ettiği evinin önüne gelmişti. Evin ana kapısının önüne diktiği pembe zakkum ağacı büyümeğe başlamıştı, bile. Geçmişini bilmeyen geleceğini kuramaz, diye şöyle bir düşündükten sonra anahtarıyla küçük kapıyı açarak içeri girdi. Anlaşılan hanımı henüz eve gelmemişti. Mutfağı geçip evin küçük avlusuna girdiğinde kendini nar ağacının altındaki koltuğa bıraktı. Gözünü yukarı kaldırdığında, üst kat eski panjurlarından birinin vurmakta olduğunu gördü. Kalkmaya üşendi, başını öne indirip düşüncelere daldı. Evler ne çok anıyla dolu. Onlar sadece içinde yaşayanların değil, tüm geçmişin izlerini de taşırlar. Dikkatlice bakarsanız kapısında, penceresinde, parmaklığında, eşiğinde, balkonunda veya çıkmalarında bu izleri rahatlıkla bulabiliriz. Aklına Kant’ın güzel bir sözü geldi. “Bizler hep başkalarının yaptığı evlerde yaşar ve başkaları için evler yaparız.” demişti.
Şüphesiz evler, toplumun sosyal yapısı, kişilikleri ve kültür düzeyleri hakkında geçmişten bize daima çeşitli bilgiler verir. Aslında bu topraklarda süregelen kültür ve mimari gelenekler Hitit,[4] Frigya, Lidya, Bergama krallığı, İyonyalılar, Romalılar ve neredeyse bin yıldır Anadolu’da yaşayan Türkler ile birlikte, zengin bir birikim oluşturmuştur. Zeytin her dönem için adeta “siyah altın” olmuş, antik dönemin hem seçkin gıdası hem de evlerinin aydınlatma ürünüydü. Kuşkusuz yüzyıllardır da bu bölgeye büyük bir zenginlik getirmekteydi. Her ülkenin gözü bu değerli ağacın üzerindeydi, adeta. 13 Nisan 1934 de Atatürkümüzün Ayvalık’a ziyareti mutlak bunun bir işaretiydi, tabii anlayana.
Ayvalık’ın değerini anlamak için bölgenin yapı geleneğine bakmak yeterlidir. Ayvalık evleri o dönemin Akdeniz evlerinin bir benzeri olarak inşa edilmişti. Neoklasik dönemden ta günümüze kadar gelen tüm uygulama detaylarında, örneğin eski ahşap kapı kanatları, kapı kilitleri ve tokmaklarında bu kolaylıkla fark edilebilir. O evler küçük bir zeytin imalathanesiydi, aynı zamanda. Kafasından zaman gibi düşünceleri de akıp gidiyordu. Derken aklına Yunus Emre’nin bir deyişi geldi. “Mal da yalan, mülk de yalan, var da biraz sen oyalan.” Bu söz bazı ahşap evlerin kapısının üzerine yazılırmış, eskiden. İnsan yaşamında ancak sağlığımız biraz bozulunca zamanın değerini çok daha iyi anlarız. Peki, tarihi bir evin eskiyip süreç içinde kaybolup yok oluşuna neden bu kadar umursamaz olunuyor, dersiniz? Ki onlar cansız olsalar bile içinde yaşayanların anıları ile bütünleşmişlerdir. Onların da geçmişte mutlaka parlak veya hüzünlü birer yaşantıları olmuştur. Sanki bunlar göçmen kuşların evi gibidirler.
Bildiği kadarıyla bu evlerdeki asıl büyük gelişme Mora’nın Osmanlı topraklarından kaybı ve Kırım harbi sonrası İngilizlerin teşviki ile Teselya Bölgesi’nden birçok Grek asıllı ailenin buraların bereketli topraklarına göç ettirilmesiyle yaşanmıştı. Böylece bir sürü kilise ve üç bine yakın sıra ev 1800’lerin ortasında ve 1900’lerin başında hızla inşa edilmeye başlanmıştı. Bu olay evlerin geçmişindeki ilk göç hikâyesidir. İkinci göç 1923 de olmuş. Selanik mübadilleri ve sonra Midilli, Girit ve Bosna muhacirleri gelmiş ve bu evlerde yaşamış, hepsi de zeytincilikle uğraşmışlardı. Bunları düşünürken de aklına eski bir Balkan türküsü gelmişti.
Ben bir göçmen kızı gördüm Tuna boyunda,
Elinde bir besili kuzu hem de kucağında,
Doğru söyle göçmen kızı annen var mıdır?
Ne annem var ne babam, kalmışım öksüz.
Bazen sokağı o kadar farklı görünümlere bürünürdü ki, yabancı bir insan görse çok şaşardı. Her saniyesi ilginç bir sahneyi yansıtırdı, sanki. Ancak bunu anlayan ve gören bir göz fark edebilirdi. Öyle ki, sokağımızdaki çocuk çığlıkları hiç kesilmezdi. Annelerinin uzaktan, nerdeyse diğer mahalleden seslenerek onları çağırması, adeta vazgeçilmez bir âdetti. Böylece sokağı dolduran ezan ve salah sesleri arasında gürültülü bir yaşam sürer giderdi. Sabahları at arabasıyla geçen ve “bahçıvan geldi” diyerek bağıran Boşnak sebzeci, “çıtır simit” diye çığıran çocuklar da gitti mi, köpek havlamaları arasında belki bir çöp arabasının sesi taa uzaklardan duyulurdu. Hiç vazgeçilmeyen bir âdet daha vardı, o da özellikle sıcak yaz akşamlarında saat altı yedi oldu mu, sokak sakinlerinin kapı önündeki basamaklara oturup sohbet etmeleri. Konuşulan konular ne mi? Komşuda ne pişmiş, kızı ona ne demiş, onun torunu olmuş, çocuk hangi okula gidecekmiş, siyatik ağrısına ne iyi gelirmiş, oğlan askerden gelmiş, ne zaman kızın düğünü yapılacak gibi şeyler, işte. Şimdi gelelim sokağın diğer canlılarına, kediler duvar diplerinde kendiliğinden biten ve rengârenk açan akşamsefalarının arasında saklambaç oynayan sokağın birer süsüydü sanki. Sarılısı, simsiyah olanı, sarı siyah beneklisi, tekiri ve pamuk gibi beyazları. Hepsi birbirinden güzel ve şirin, yalnız biraz da ürkektiler. Geceleri ise sokağımız köpeklerin korumasındaydı. Karşı evin saçağına tüneyip oradan olup bitenleri merakla izleyen sokağımızın gediklisi başka bir konuk daha vardı. Bu da küçük bir baykuştu. Boynunu fırıldak gibi evire çevire etrafı gözlemesini, gizlice perdenin arkasından izleyen hanımıma, onun bu şaşkın hali çok komik geliyordu.
Bazı komşular kapılarının önlerine çiçek dikmişlerdi. Ama çok geçmiyor bunlar ya çocukların saldırısına uğruyor ya da kuruyup gidiyorlardı. Nedense bizim insanımız ağacı ve çiçeği pek sevmiyor, acaba onlara köylük yeri anımsattığından mı ne, kente gelince arzuladıkları yalnızca beton. Modern olsun diye, güzelim eski ahşap evleri betona çevirenler, penceresine plastik panjur veya doğrama takanlar, cepheyi mutfak fayansı ile kaplayanlar bile var. Neyse ki, sokağımızda bu görüntülere pek rastlanmıyordu. Sarı, bej, nefti, kiremit kırmızısı, açık gri renkli duvarları olan evler yan yana bir uyum içinde dizilmiş, sanki birbirlerini süzüyorlardı.
Ayvalık sokakları denize dik olarak iner ve deniz kıyısına paralel devam eden caddelerle birleşir. Sahilde daha çok yağhane ve ticarethaneler bulunur. Bitişik düzendeki sıra evler tepeye doğru çıkan yokuş yukarı, dar veya çıkmaz sokaklar üzerinde sıralanır. Bu nedenle serin meltem rüzgârının taa içerilere kadar girdiği sokaklarda, insanlar evlerinin kapısında oturur ve sohbet eder. Sokaklar adeta bir toplanma, görüşme yeridir. Genellikle üç katlı olan bu evlerin kapısı daima sokağa açılır, hiç birisinin ön bahçesi yoktur. Ama hepsinin arkada bir avlusu veya küçük bir bahçesi bulunur. Bazen üç veya dört sokağımızın kesiştiği noktalara da rastlanır. İşte orada genellikle küçük bir meydancık ve sokak çeşmesi bulunur.
Bütün bunlar güzel şeylerdi. Ancak üzüldüğü bazı konular da yok değildi. Örneğin yapılan restorasyonlarda gereği gibi davranılmadığını düşünüyordu. Mutlaka bir kültür varlığının gelecek nesillere emanet edilebilmesi için yapılacak onarımlarda, titizlikle restorasyon kaidelerine uyulması zorunluydu. Onarıma girişilmeden önce çevredeki yapıların tipolojisini gayet iyi incelemek gerekir. Burada her detayın çok büyük önemi vardır. Sağlamlaştırma sırasında eski eserin özünü zedeleyen ve onu bozan eklentilerin ayıklanması ve temizlenmesi gerekmektedir. Günümüz konfor koşulları sağlanırken özellikle eski eserin kimliğine zarar vermemesi için gerekli itinanın da gösterilmesi şarttır. Onarım işlemlerinde bile mutlaka bir bilgi birikimi ve uzmanlık aranmalıdır. Burada abartılı ve dekoratif anlamda süslemeciliğe veya özentili tarzlara hiçbir zaman gidilmemelidir. Hele, malzeme seçimlerinde çok dikkatli davranılmalıdır. Restorasyon sadece koruma veya bir güçlendirme işi değildir. Böyle bir uygulamada bir yapı ustası gibi değil de mücevher onaran bir kuyumcu gibi çalışılması, bir evin penceresinden, mobilyasına, lambasından musluğuna kadar bir bütün içinde ele alınması gerekir, diye düşündü. Tam “bunları mutlaka bir kitapta toplamalıyım,” derken dış kapının kız eli şeklindeki tokmağının iki kere vurulduğunu duydu. Anlaşılan eşi gelmişti. Bir an düşüncelerini geride bırakıp, kapıyı açmak için hızlıca yerinden kalktı.

Resim. Bir Ayvalık Evinden görüntüler.
[1] Murat Eriç. Yaratıcılık Arayışı. 2023. Dorlion Yayınları.
[2] Murat Eriç. Bir Evin Anılarını. 2019. Arkeoloji ve Sanat Yayınları.
[3] Ev sözcüğü Sümercede de aynı kelimedir. E (ev), Esh (Eşik), Girişig (kapı), Adda (ata), Ama (ana), Bab (baba), Men (ben), Ze (sen), Kıya (kıyı), Kus (kuş) kelimeleri de bu grup içindedir.
[4] MÖ 1000-1200 yılları arasında Ayvalık yöresi “Akiava” Hititlerin egemenliği altındadır. Hatta fırtına tanrısının yaşadığı yer olarak geçer. Ayrıca ana tanrıça “kupaba‘nın” Anadolu tanrıçası “Kibele” ile de bağlantılıdır.








Yorumlar