Verdiği paketi açtıktan sonra içinden çıkan hediyeye dalıp gittiğimi gören arkadaşım,
“Beğenmedin mi yoksa?” diye sordu endişeyle.
“Beğenmemek değil de...” dedim ve nasıl sürdüreceğimi bilemedim. “Ben bunların el örgüsü olanlarını bilirim. Böyle markalı, janjanlı olanlarını değil,” diyemedim.
Çocukluğumda, zeytin toplayıcısı kadınların ellerinde görürdüm onları. Yalnızca başparmağı olan, öteki dört parmağı açıkta bırakan eldivenleri ilk gördüğümde, “Avuç içleri üşümez ki insanın, en çok parmakları üşür,” diye düşündüğümü anımsıyorum. “Parmakları ısıtmayacaksa eldiven ne işe yarar?” Ne işe yaradığını öğrendim daha sonra.
Çocukluğumda zeytin ağaçlarının altına naylonlar yayılmazdı. Merdivenin tepesindeki sırıkçıların dallara vura vura düşürdüğü zeytin taneleri yerden, karıştığı toprağın arasından toplanırdı. Bütün eldivenli elle toplayamazdınız onları. Düştüğü toprak keseklerinin arasından yarım eldivenlerin içindeki elin parmak uçları çekip alabilirdi sadece.
Ortaokul yıllarım olmalı. Teyzem hazırlanırken gürültü yapmış da beni uyandırmışsa ya da uykum kaçmışsa kör karanlıkta traktörün kasasına doluşup gittiklerini görürdüm. Teyzem dedim de... Saçları belini döven gencecik bir kız o zaman. Dayım da askerden yeni dönmüş, evlilik telaşı içinde bir genç adam... O da zeytin tarlasına birinci ya da ikinci dibi toplamak üzere “tayfa” taşımak için başka bir traktörün direksiyonuna geçmiş olurdu o saatlerde. Sırıkçı birkaç erkek de bulunurdu aralarında ama traktör kasasındakilerin çoğu yaşlı ya da genç kadınlardı. Yaşlılar genellikle hâlâ çalışmak zorunda oldukları için kendilerine acıyıp dururken gençlerin uykuya doyamamış gözleri mahmur, bakışları dalgın olurdu. Akıllarının evde analarına, kaynanalarına bıraktıkları çocuklarda kaldığını o zamanlar bilmezdim. Az sonra uyku mahmurluğunun geçeceğini zeytin ağaçlarının kuytusunda açılacak yer sofralarında kahvaltı edileceğini de bilmezdim. Kahvaltılarının sessiz, öğle yemeklerinin neşeli olduğunu ancak birkaç kez aralarına katıldığımda öğrendim. Öğlen yemeğine kadar olan sürede yorgunlukları artardı artmasına ama mahmurluktan kurtulmuş; işi zevkli hale getirmenin yollarını aramış ve bulmuş olurlardı. Şen şakrak yenirdi öğle yemekleri. Öğleden sonraki zaman daha çabuk geçerdi sanki. İş, şarkılar, türkülerle; taklitler, şakalaşmalarla hafiflerdi. Ama ne yapılırsa yapılsın akşama doğru yorgunluk ağır basmaya, işler ağırdan alınmaya başlanırdı yeniden. Yorgunluk arttıkça türkülerin sesi kısılır, yakınmalar çoğalır; inlemeler duyulurdu. İki büklüm çalışmaktan beli tutulanlar güçlükle doğrulurdu zaman zaman. Avuç içlerini bellerine dayar, “Of belim,” diyerek arkaya doğru yaylanırlardı. Gün boyu iki büklüm, zeytin toplamanın yorgunluğu öyle iki yaylanmayla geçmezdi elbet. Ama paydos zamanına biraz daha yaklaşılmış olurdu.
Sonbahar kışa geçilecek kapıyı iyice aralamışsa açıkta bir yerde ateş yakılırdı. Soğuktan morarmış ellerini ısıtmak bahanesiyle azıcık soluklanırdı kadınlar. Ateşin başında sohbet kurulmuşsa, hele de kıvam bulup uzamışsa muhabbet “kâhya”dan, “Çene çalmayı bırakın. Herkes işinin başına,” diye uyarı gelirdi.
“Uyuma, çuval ağzı aç,” diye bir söz var ya hani, ilk söyleyenin, ağzına kadar dolu zeytin sepetini koştur koştur çuvala yetiştirenlerden biri olduğuna eminim. Çuvalın başındakinin uyukladığını görünce “Oh, ne güzel... Oturduğun yerde...” deyip sitem etmek için ya da kıskançlıkla söylemiştir o sözü.
Zeytinden dönüşte “Okula gidip gelmek de iş mi?” anlamında “Hadi hadi, sen gene iyisin,” diyerek ellerini gösterirdi teyzem. Onun kime edeceğini bilemediği sitemi de buydu. O yarım eldivenlerin içindeki ellerin parmak uçları bütün gün toprağı didiklemekten kararmış, tırnakların içine toprak dolmuş olurdu. Eldivenleri de bütün renklerini yitirmiş, toprak rengine dönmüştü zaten; sabahki rengârenk nakışlı eldivenler değildi artık. Hediye paketinden çıkan bu janjanlı eldivenler hele, hiç değildi.
Az önce başladığım sözün devamını bekleyen arkadaşıma ben şimdi o zeytin zamanını, traktörün ya da beygir arabasının kasasına doluşup birinci dip, ikinci dip toplamaya, başağa gitmenin, zeytinden bir tarhana çorbası kaynatacak kuvveti güçlükle bulacak kadar yorgun dönmenin ne demek olduğunu; sırıkçıları, toplayıcıları, çuvalcıları, taşıyıcıları, ama asıl, el örgüsü o eski parmaksız eldivenleri nasıl anlatayım?
“Beğenmemek değil de...” diye yineledim. “Böyle parmaksız eldiven de mi yapmışlar diye şaşırdım biraz.”
ความคิดเห็น