O güz, önümüzdeki kışın çetin geçeceğinin habercisiydi. Eylül’ün ilk günleri Ekim’den el aldı. Denize gireceğimiz günler daha bitmemişti ki bir gece yarısı başlayan deli poyraz evlerimize tutsak etti bizi. Yedi gün yedi gece yeri göğü birbirine kattı. Yaz sonu, boz kurşuni bir güze bıraktı yerini. Bir sabah siyah beyaz televizyonda cızırtılı, buyurgan o ses, yaşantılarımıza el koyulduğunu ilan etti. Biz çocuklar ne olup bittiğinin ayrımında değildik o zamanlar, büyüklerimiz de galiba. Karşı komşumuz Sevim Teyze’nin oğlu İbrahim abi, Orhan Gencebay hastasıydı. Teybin sesini sonuna kadar açmış, sokağı inletiyordu. Şimdi aşk zamanıdır aşk ömrün baharıdırr... Sevim Teyze de koca memeleriyle yarı beline kadar pencereden sarkarak çok şükür yarabbi, diyordu. Allah devlete, millete zeval vermesin! İbrahim abi, hatasız kul olmaz... diye bağırıyordu içerden. Televizyonda Hasan Mutlucan’dan dinliyorduk: yine de şahlanıyor amann kolbaşının yandım da kıır aatı... İçimden şarkı söylemeye o gün başladım.
Yaşantımıza el konulabilirdi, bir sakınca yoktu bunda. Yeter ki her gece televizyonun karşısına geçtiğimizde akşam yemeklerimizi boğazımıza dizen genç ölümleri son bulsun. Üniversitede okumaya gidenler bohçasını sırtına vurup yüz geri kasabaya dönmesin, elleri ekmek tutsun.
Sokaklar yalnızca kedilerle köpeklere serbestti geceleri. Sokak köpeklerinin havlamalarından uyuyamadığımız bir gece demir kapımızın tekmelenmesiyle yataklarımızdan fırladık. Babamı ve küf kokulu çuvala doldurdukları kitaplarını götürdükleri o gece sabaha karşı gök delindi. Öğleye doğru birkaç parça eşyamızla dedem yağ tüccarı Mustafa Efendi’nin evine sığındık. Zeytin zamanıydı. Dedem zeytin toplama hazırlıkları yüzünden telaşlıydı. Bizim gelişimizle keyfi iyiden iyiye kaçmıştı. Günlerce sindire sindire yağdı yağmur. Tarlalar dize kadar çamurdu, ne insan ne de traktör girebiliyordu. Poyrazın yere döktüğü mahsul her geçen gün çamura gömülüp gübre oluyordu. Dedem sıkıntıdan bıyıklarını kemiriyor, çatacak yer arıyordu. Zeytin toplayıcılar, sırıkçılar ayazdan çatlayıp kızarmış yüzleriyle dedemin zihninde bekleşip duruyorlardı. Yağhane de açılmış, işçiler İstanbul’dan gelmişti. Zeytin toplanabilse tıkır tıkır işleyecekti düzen.
Dedem pür dikkat ajansı dinlerken anneannem,
“Hasan’ın oğlundan haber var mı?” diye sordu. Dedem omuzlarını silkti.
“Bir ara uğrasın, kışlık bi’şeyler ayırdım ona.”
Gündüzleri anneannem Yurttan Sesler’i dinliyordu radyoda. Bize derler çakıcııı, yaaar fidan booylu... Başına doladığı çatkıyı sıkıştırıp “Çarşambadan çarşambaya sekiz, yarın on gün olacak dinmedi,” diye kendi kendine söyleniyordu. Günlerdir gözünü açtırmayan baş ağrısını yağmurdan biliyordu. Babamdan haber alamıyorduk. Annem ertesi sabah babamın avukat arkadaşıyla görüşmek için İstanbul’a gitti. Anneannem de fırsat bu fırsat diyerek dilimi çözmek için gizlice yakın köylerden nefesi kuvvetli bir hocaya götürdü beni. Bindiğimiz dolmuşta: Cemalım cemalımm asslan cemalım, al kanlar içindee kaldın cemalım... Hoca işe yaramadı, çocuk doktoruna Edremit’e gittik. Sessizliğimi ele vermedim, tafralı bir sessizlikti benimki. Üstüne varmayın demişti doktor, varmadılar. Kabullenip zamana bıraktılar.
Yağmur pazartesi durdu. Öğle üzeri hiç beklemediğimiz şekilde ansızın güneş açtı. Hem de öyle buluta sarmalanmış değil, yaz güneşi gibi cayır cayır kavurdu her yeri. Dedemin keyfi yerine geldi bir parça. Hafta ortasında tarlaya girildi. Kâhya, sırıkçılar, beklemekten parmakları kamaşan toplayıcılar traktöre doluştu sabah ezanında. Yağmurun kesilmesiyle kuru ayaz başlamıştı. Kadınlar ve çocuklar, çamurla ağırlaşan kara lastiklerini sürüyerek ağaç altlarından söküp aldılar taneleri. Dipler bitince iş sırıkçılara düştü, hiç sakınmadan en genç dallara bile sopalarla giriştiler. Kırılan dallar küsüp seneye kim bilir belki ondan sonraki seneye de zeytin vermeyecekti.
Annem üç gün sonra aradı. Babamın yerini bulmuş, görüş izni verilsin diye bekliyormuş. Sessizliğimden söz eden yoktu artık, alışmıştı herkes. Anneannem aman vermeyen baş ağrısına çare olsun diye kimi gün şakaklarına çiğ patates sarıyor, kimi gün kekik yağı kokluyordu.
Yağhanede hummalı bir çalışma sürüyordu o sıralar. Traktörler dolusu zeytin yağhaneye yetişiyor, gece yarılarına kadar sıkılıyordu. Kıl torbadaki zeytin taneleri taş baskının altında kara bir hamura dönüşürdü. Zeytin hamuruna yavaş yavaş su eklenir, üzerinden bir sefer de çelik baskı geçerdi. Zeytini zeytin yapan, bize zeytinliğini duyuran nesi varsa yemyeşil bir şırıltıyla havuzlarda birikir, zeytinden geriye çamuru andıran posası kalırdı.
Dedem eve gece yarısı geliyor, birkaç saat uyuyup işinin başına dönüyordu. Öğle yemeklerini yağhanede yiyordu mecburen.
“Koş! Deden acıkmadan yetiştir...”
Üç katlı sefertasını elime tutuşturdu anneannem. Sabah başının ağrısından mukabeleye bile gidememişti. Kareli peçeteye sardığı iki dilim ekmeği bez çantaya koydu. Altta peynirli pide, orta katta kereviz, en üstte ayva hoşafı, kuru üzümle tatlandırılmış. Dedem şeker hastasıydı.
Saat on ikiyi geçmeden yetişmeli, dedemin her şeyi saatli. Sabah kalkması, akşam yatması, yemek yemesi. Anneannem “sıçmasının bile saati var, dinine yandığımın adamının,” derdi kızdığı zamanlarda. Sobalar yeni yanmaya başlamış, genzimde pirina kokusuyla Arnavut kaldırımlı dar sokağı bir koşuda geçip Dereboyu’na vuruyorum kendimi. Kestirmeden Âşıklar Köprüsü’ne çıktığımda soluklanıp dedemin sünnet hediyesi saate göz atıyorum. On ikiyi bir geçiyor. Yağhaneye girer girmez dağar kokusu vuruyor burnuma, gri bir uğultunun içine çekiliyorum. Sesler ak fayans duvarlara çarpa çarpa çoğalıyor. Taş baskı çok sesli bir orkestranın şefi gibi. İrili ufaklı bütün sesler kendilerini taş baskının homurtusuna göre ayarlıyor, içimden geçen şarkı bile. Kürt Hasan’ı ilk orada, baskının koluna iri gövdesiyle abanmışken görüyorum. Dedem girişteki köşeye sonradan kondurulmuş camekânlı odasında, her zamanki gibi hesap kitap yapıyor. İçerisi olduğu gibi görünüyor. Dedem de oturduğu yerden salonu izleyebiliyor. Sefertasını masasına bırakıyor, kapıyı çekip çıkıyorum. Doğruca gürül gürül yanan sobanın başındaki işçilerin yanına.
Öğle yemeği telaşındalar, Kürt Hasan işi bitince iri bir soru işaretini andıran gövdesini düzeltiyor önce. Kısacık bir süre hareketsiz, dimdik duruyor. Sobanın yanına kuruluvermiş sofraya doğru seğirtiyor. Çocukken dal girdiği için kör olan sol gözünden tanıyorum onu, çaktırmadan bakıyorum. Bize dünyanın öbür ucu gibi gelen doğu illerinden ailecek İstanbul’a göç ettiklerini, yazın inşaatlarda çalıştığını, aynı evin içinde kardeşleri, yeğenleri onların karıları ve çocuklarıyla yaşadıklarını duymuşluğum var. Kürt Hasan yere serilmiş gazete kâğıdına, bakkal Hüsnü abiden alınmış ekmeğe, helva ve peynire hep sağ gözüyle bakıyor. Radyonun düğmesine dokunuyor biri, Mevsim bahaaar olunca, sevenler kavuşunca...
Kürt Hasan sobanın kapağını sakınmadan tutup açıyor, közlenen patatesi demir ızgaradan el çabukluğuyla alıp gazetenin üstüne bırakıveriyor. Bir parçasını bana uzatıyor. Elim yanıyor ama ses etmiyorum. Boğazıma bir yumru oturuyor, ayakkabılarımın aşınmış burunlarına veriyorum dikkatimi. Başımı kaldırsam gözüne bakmaktan kendimi alıkoyamam. Onu incitmek istemiyorum. Sofradakiler aldırmıyor bana, güle oynaya karınlarını doyuruyorlar. Başka bir zamanı kollamalıyım. Yaptığı işe dalmış olmalı, beni fark etmemeli. Söz gelimi çay içiyor ya da tütün sarıyorken. Traktörden indirdiği zeytin çuvalını kantarda tartıyorken taş baskının koluna olanca gücüyle abanırken, gözüne çaktırmadan daha yakından bakabilirim diye kendimi avutuyorum.
Yemek faslı tamamlanınca Hasan sobanın üzerindeki demlikten çayını alıp bahçeye sigara içmeye çıkıyor, ben de arkasından. Çuvalların arasına gizlenip izliyorum. Kantarın yanına çömelip gömleğinin cebinden tütün kesesini çıkarıyor. Beni görünce gel, diye işaret ediyor. Yaklaşıyorum çekingen. Bir tutam tütünü sol eliyle incecik kâğıdın kenarına yerleştiriyor, sağ elinin ayasıyla destek olup tek eliyle sarıyor. Sağ elinin yalnızca baş ve küçük parmağı var.
Yüzümde nasıl bir ifadeyle eline gözümü dikmişsem,
“Üzülme, çoktandır böyle,” diyor. Sigarasından bir nefes alıp “senin kadar var yoktum. Biçerdövere kaptırdım köylük yerde. Üç parmağım orda kaldı ama kalanlar iş görüyor.”
Titrek bir sesle soruyorum; “Acıyor mu?”
Sönen sigarasını yeniden yakarken,
“Yok,” diyor, “geçti gitti.”
Ben öylece bekliyorum orda, konuşma bitmiş ama yanından da ayrılamıyorum bir türlü. Göğsünden vesikalık bir fotoğraf çıkarıyor. Kaşları bitişik, bıyıklı bir genç.
“Oğlum,” diyor.
Sağlam gözünden anlık bir ışıltı geçiyor sanki. Dili çözülüyor. Avukat olacakmış, iki senesi varmış. Hiç habersiz ortadan yok olunca Hasan gazetelere kayıp ilanı vermiş. Hapishanelerde, hastanelerde, morglarda aramış bulamamış.
“Ölüsü de yok, dirisi de!”
İşte o zaman sol gözüne korkmadan bakıyorum. Bulanık süt mavisi, gözbebeği yok sanki.
“İstanbul’a dönünce işi gücü bırakıp sabah namazında üniversitenin kapısına oturucam,” diyor. “Bu fotoğrafı da çerçeveletip sorucam gelene gidene. Elbet bir tanıyan olur.”
Susuyor bunları söyleyip uzun uzun susuyoruz ikimiz de. Kürt Hasan bir sigara daha sarıyor. Arklardan akıp giden zeytinin kara suyuna dikiyor sağlam gözünü.
Commentaires