Eminim bilmeyenimiz yoktur, hemen her tanıtım filminde, her turizm broşüründe mutlaka yer alan, “İstanbul” dendiğinde aklımıza gelip gözümüzün önünde canlanan o muhteşem manzarayı... Sultanahmet bir yanda, Ayasofya diğer yanda, arkada uzaklarda Süleymaniye, arada bir yerlerde Beyazıt kulesi ve onlarca minare, fonda kıpkızıl renkte, tüm ihtişamı ile batmakta olan güneş ve yukarılarda bir yerlerde, mutlaka birkaç martı. Oluruna gelirse eğer, yakınlarda bir yerlerde de Kız Kulesi...
Çok uzun yıllar önce, Akademi’de, sevgili hocamız rahmetli Altan Gürman, derste bize bu muhteşem manzarayı göstererek şöyle demişti. “Hayal edin ki bir geminin içinde, İstanbul Boğazı’ndan transit geçerek uzaklara gidiyorsunuz. Şahit olduğunuz bu manzaradan sonra kesinlikle aklınız burada kalacaktır. Eğer, bir gün geri gelerek bu şehrin içine adım atamadan ölürseniz, gözleriniz açık gidersiniz...”
Bir zamanlar Ayvalık da böyleydi işte. Minareleri o kadar sayıda olmasa da, onların yerine bol miktarda, narin, incecik uzun boylu, başı bulutlarda fabrika bacaları ile. Üstüne üstlük arkada, şehrin sırtların üzerinde en az yirmi tane yel değirmeni. Ah, edalı Ayvalık... Şüphesiz, limanda demirli teknedeki yolcu da aynı hayranlığı duymuş, kendini hemen karaya atmak istemiştir.
Bacalar. Fabrika bacaları. Dumanı tüten, canlılığın simgesi, yaşayan, yaşatan, kimi zaman telaşlı, kimi zaman kaygısız bir eda ile dumanını göklere savuran, üstlendiği görevin bilinciyle, azıcık yukarıdan bakan, vakur fabrika bacaları... Altlarında, kıpır kıpır, cıvıl cıvıl kaynaşan Ayvalık...
Vardiya düdüklerinin ta uzaklardan duyulması ile şehirde belirgin bir hareketlenme yaşanırdı o zamanlarda. Kimi köstekli saatini ayarlayıp kurar, kimi sandalyeyi ters çevirerek dükkânının kapısına bırakıp evine, öğle yemeğine yollanır, kimi komşusunu kızdırıp, öğle tatillerinin bitmeyen, rövanşı bir türlü alınamayan tavla partisine çağırır, kimi kollarını sıvayarak öğle namazı için abdestini tazeler, kimi evden yollanan sefer taslarının yolunu gözlerdi. Öğle tatilini fırsat bilen fabrika çalışanları da aceleyle, evden sipariş edilenleri almaya, bir türlü sonu gelmeyen ihtiyaçları bir nebze olsun gidermeye çalışırlardı. Fırsatını bulanlar, güzel havalarda sahildeki kıraathanelerin birinde, gözleri ufukta, orta şekerli kahvelerini yudumlarlardı. Randevular fabrika düdüklerine göre verilirdi.
Bana öyle gelirdi ki, tüm bu hareketliliğin sebebi o fabrika düdükleriydi. O düdükler çalmasa bütün bunlar olmazlardı sanki. Bazen, kulvarına yerleşmiş bir atleti hedefine yollayan tabanca sesi, bazen de teneffüse çıkaran okul zili gibiydiler. Onların öttüğü yıllarda, sıcak, sımsıcak, neşeli bir hava eserdi tüm şehrin üzerinde. Yaşadıklarını farkettirirdi sanki insanlara. Adeta, o düdükler bir tür düzen ve disiplin sağlardı tüm Ayvalık’a.
Şimdi yoklar. Uzaklarda, çok uzaklarda bir hatıra olarak, tarihteki yerlerini aldılar. Bizlere birer anı olarak fabrika bacalarını bırakıp sonsuza doğru yola çıktılar. Onlar sadece bir “ses” değil, şehrin “ruhuydu” adeta. Ruh gidince beden neye yarar ki? Zaten beden de eli kulağında. Ayakta kalmayı becerebilmiş birkaç baca da dirençlerinin sonuna gelmişler. Fabrika binalarında ve avlularında ekmek parası kazanma telaşındaki çalışkan işçilerin yerini dinlenmekte olan otomobiller almış.
Bir şeyler yapmalı, hiç olmazsa yadigâr bacaları kurtarmalı. Nasıl olur bilmiyorum ama, şehre başka bir hava veren, simgesel özellikler taşıyan bu kulelere yeniden hayat vermeliyiz. Ziyanı yok. Dumanları tütmese de olur. Topu topu birkaç metrekare yer işgal eden bu eski dostlarımıza çok görmemeliyiz bastıkları yerleri. Bir de geceleri güçlü ışıldaklarla aydınlatıldıklarını hayal edin. Ne görkemli olurlar kimbilir? Sadece görsel olarak Ayvalık’ın ihtişamını arttırmaları bile yeterlidir. Üstelik yer aldıkları parsellerdeki işletmelere apayrı bir prestij katacaklardır şüphesiz.
“Balık kokan sokaklarında yürümeyi sevdiğiminin şehri.” diyor şarkısında, meslektaşım Nejat Yavaşoğulları. O, bunu İstanbul için söylemiş. Bunu duyunca benim aklıma Ayvalık gelir. Edalı Ayvalık’ım. Ne farkı var ki? İşte öylesi bir şehirdir ki Ayvalık, koskaca İstanbul’la bile kıyas ettirebilir bize kendini. Denizi, Boğazı, Adaları, Muhteşem Silueti ve hatta Türkiye’nin ilk Boğaz Köprüsü ile.
Sevgi, Saygı ve Esenliklerle.
Ayvalık 1930-40 arası
Comments