top of page

Rüzgârın Nefesini Dinle-Derya Sönmez

Mübadillere, bir gün mutlaka döneceğim diyenlere…

Bazı geceler hiç yıldız olmazdı. Gökte kocaman bir ay, denizin üzerinde tek başına bir gümüşservi uzanırdı. Yine böyle bir gecede döndük işte. Terk etmemizi istediklerinde gemilerle göndermişlerdi bizi. Güverte epey sıkışıktı, fakat o anda bunu umursayacak durumda değildik. Evimiz bir dikiş iğnesinin deliğinden geçebilecek hale gelene kadar gözümüzü kırpmadık. Kasabamız ufukta küçülürken zihnimizde kapladığı yerin gitgide büyümeye başladığını fark ettik. Sonra öyle bir an geldi ki aklımızı başka hiçbir şeye yer bırakmayacak şekilde doldurdu. Bir daha asla bir kenti layığıyla öğrenemedik. Öyle olunca da hep aynı sokaklarda yürümek zorunda kaldık. Dönmek bir çeşit zorunluluktu yani. Oldu işte. Bak, geldik. Bu sefer denizi karşımıza aldık, Kurufitilya Tepesi’nden bayır aşağı süzülerek şehre dağıldık. Evlerin damlarına, sabunhanelerin isli bacalarına bir martıyla aynı yerden bakıyoruz. Uçmanın verdiği hafiflikle zeytinleri, incirleri okşayarak, ıhlamurların baygın kokularını içimize çekerek, yaban otları ve çalıların dikenlerine takılmadan (bir çift ayağa sahip olmadığımız için ne kadar sevinsek az) üstelik şehir uykudayken... Döneceğimizi söylemiştik, bak geldik işte. Tımarhane Adası’ndan Kara Ada’ya Şeytan Sofrası’ndan Çamlık’a doğru süzülüyoruz. Ağaçların tepeleri ay ışığında parlıyor ve deniz eninde sonunda her şeyi yutacak gibi duruyor. Yaşamış, yaşayan, yaşayacak olanların izleri, bütün bu şeyler bir gün suyun dibini boylayacak. Uzaktayken bütün gizlerini bize kolayca açan sevgili kasabamız, gözümüzün önünde sere serpe uzanırken aradığımızı bulmakta zorlanıyoruz. Ne tuhaf. Neyse ki ay peşimizden ayrılmıyor, ışığını bir meşale gibi görmek istediğimiz yere doğrultuyor. Çocukken gölgesinde uyuduğumuz o ağacı arıyoruz. Başka hiçbir ağacın gölgesinde öyle tatlı rüyalar görmedik. Aşina olduğumuz sesleri, kokuları arıyoruz. Gıcırdatmamak için neresine basılması gerektiğini bildiğimiz basamakları, iğne oyalarını, kalaylı ibrikleri, üstüne basa basa aşındırdığımız kilimleri... Gün doğarken Pateriça’nın ucunda Ayışığı Manastırı görünüyor. Sabahın pusu ince bir örtü gibi sıyrılıyor. Bu güzellik karşısında uçmayı bırakıyoruz. Havada aslı duran zerreleriz şimdi. Kendimizden geçerek titreşiyoruz. Neden bindik o gemiye, nasıl bıraktık buraları?

Sonra ara sokaklar çağırıyor bizi. Rüzgâr olup esmeye başlıyoruz. Ipıssız sokaklar soluğumuzla şenleniyor. Önümüze çıkan poşetleri havalandırıyoruz. Çöpün yanında parıldayan şu paslı tenekeye nefesimizi üflüyoruz, irili ufaklı taşların üzerinde tangır tungur tekerleniyor. Evlerin bacalarından girip duvarların içinden geçiyoruz. Çoğu uykuda. Kim bu insanlar? Gecenin karabasanlarından kurtulamamış, gergin suratlı adamın yüzüne hafifçe üflüyoruz. Elini savuruyor, bir sineği defeder gibi kovalıyor bizi.

Nihayet ev, evimiz. Yeniden evde olmak gibisi yok.

Hatırlıyor musun?

Evimiz pazar yerine bakardı. Kapımızın önüne süs biberi satan tezgâhlar kurulurdu. Ufacık, rengârenk süs biberlerini seyretmeye doyamazdık. Penceremizde mis kokulu saksılar. Saksılarda akasyalar, fesleğenler… Hiç unutmam bir gün fesleğenlerin üstünden bakmıştık dünyaya. Sonra akşama kadar avuçlarımızı koklamıştık. Bak aynı koku, meğer bir yere kaybolmamış, pencerenin yanında bizi bekliyormuş. Hissediyor musun? Kokuyu içimize çekince geçmiş, bir an için geri geliyor. Eski günlere dönülebilirmiş gibi. Sanki zaman ele geçirilebilir gibi. Hemen kaybolacağını bile bile. Bir kez daha. İşte yine oldu. Üst katta oyalanmadan hayat altına doğru süzülüyoruz. Hiçbir şey olması gerektiği gibi değil. Eskiden divanımızın olduğu yerde şimdi bir tezgâh duruyor, tezgâhın önünde masalar, masalardan birinde sabırsız bir kız oturuyor. Israrcı bir adam sabırsız kıza çay getiriyor. Kız sabırsız, denize geç kalıp sabah suyunu kaçırmak istemiyor. Adam ısrarcı, yeni demlediği çaydan kıza ikram etmek, belki biraz laflamak istiyor. Kız kabul ediyor. Bir fincan çay neyi değiştirir ki.

Şu fincanın güzelliğine bak, hatırladın mı?

Porselen tabaklar, fincanlar hep tek parça. Üretildikleri fabrika çoktan kapandı. Vaktiyle bir takımın parçasıydılar. Zaman içinde kırıldılar, kayboldular. Şimdi yıllar evvel bir araya getirilmesi düşünülemeyecek parçalar yan yana servis ediliyor. Eski ev sahipleri altı parça pasta tabağının teki kırıldı diye, kalan parçaları gündelik olarak kullanmaya başlamış, misafirler için eksiksiz bir takım satın almıştı. Böyle şeyler şimdilerde turistlerin hoşuna gidiyor. Israrcı adam kızın çayını önüne bırakırken bunları anlatıyor işte. Kız hafif tebessüm ederek dinliyor. Kibar davranmaya çalışıyor ama kafasının içinde işleyen bir saatin tik taklarının onu huzursuz ettiği belli. Zaman kaybetmek istemiyor. Hâlbuki zaman eninde sonunda kaybedilen bir şey. Yine de bunu ona kimse söylememeli. Henüz değil. Şu andaki haliyle, yaşama isteği ve karşıdakini incitmeme telaşı arasında gidip gelirken öyle güzel ki. Hem de bizim evimizde, eskiden divanımızın olduğu yerde şimdi yaşamın nabzı atıyor. Bu güzelim kız sayesinde. Onu kucaklayıp havalara kaldırmak isterdik. İhtiyatlı davranmaya gerek yok. Ufak tefek yaramazlıklar yapmak hakkımız. Varlığımızı duyurmak istiyoruz. İşte buradayız, döndük. Görünmek, bilinmek istiyoruz. Kız, soğusun diye çaya üflerken bu arzu dayanılmaz bir hal alıyor, soluğumuzu soluğuna katıyoruz. Çay kızın kibar nefesiyle orantısız şekilde çalkalanıp üzerine dökülüyor. Elbisesindeki kırmızı harelerin arasında solgun bir çiçek açtı, bak. Duvardaki aynanın önüne geçip yüzünü buruşturuyor. Neden böyle gereksiz yere üzüyor kendini. Arkasından dolanıp onu sarmalıyoruz, etrafında birkaç tur atıyoruz. Ensesindeki tüyler ürperiyor, çantasından bulup çıkardığı şalı omuzlarına atıyor. Nihayet sandalyesine oturup çayını yudumluyor.

“Dün gece rüzgârın sesinden uyuyamadım,” diyor saati kontrol ederken. “Kapılar, pencereler sabaha kadar gıcırdadı, bir baksanız ne iyi olur.”

Adam her gün bu saatlerde yaptığı gibi begonyalarını suluyor.

“Hay Allah. Kaç kere yağladık, menteşelerini değiştirdik.”

Bu kez ısrarcı olan kız. Olup biten her şeyi bir nedene bağlamak gibi pis bir huyu var.

“Sürekli tıkırtılar… Sabaha kadar gözümü kıpmadım.”

“Size öyle gelmiş. Ben de burada kalıyorum, tıkırtı falan duymadım.”

Adam çiçekleri sulamaya ara verip pencereye üstünkörü bakıyor, sonra yine asıl işine dönüyor. Israrcı adam, babası ve dedesi, Ayvalık’ta yazlık evler inşa edilmeye başladığından beri bu işi yapıyorlar. Bağdadi evlerin esnemekten kaynaklanan doğal sesleri dışında bu işte bir fevkaladelik arayanları ketum bir suskunlukla karşılamanın en iyisi olacağı kanaatindeler.

Ve Tatilcilere Birtakım Tavsiyeler

Tatilciler gâvur evlerinde kalmayı tercih ediyorlarsa gürültüyü mutlaka hesaba katmalılar. Bazı geceler meçhul bir terliğin tıkırtısına uyanacaklar. Bütün evi baştan sona adımlayan tıkırtılar birdenbire bir kedinin inlemesine dönüşebilir. İlk tedirginliği üstlerinden atıp evi dolaştıklarında ne yürüyen birisine ne kediye rastlayacaklar. Kapıları pencereleri sıkı sıkıya örtecekler. Yine de bir yel üfürmesi gelip onları bulacak. Dişlerini fırçalarken enselerinde cansız bir soluk hissedecekler. Durduk yere perdeler uçuşacak, mum alevleri romantik bir yemeğin ortasında sönüp can sıkacak.

Ayvalık kendine has bir yerdir, bu tarz olaylar da burada geçirecekleri tatilin bir parçasıdır. Bu duruma böyle bakmak, bu şekilde kabullenmek gerekir. Ayvalık sokaklarında, bilhassa gâvur evlerinin yoğun olduğu Vehbibey Mahallesi’nde buna benzer pek çok hadise cereyan eder. Kasabanın sakinleri, bu seslerin içine doğdukları, bu münferit olayları yaşamın ayrılmaz bir parçası olarak gördükleri için tatilcileri bu konuda uyarma gereği duymazlar. Adı konulamayan bu tuhaflıklara başka tatil beldelerinde rastlanmasa da insanlara çekici gelen bir yönü olduğu muhakkak. Bu yüzden Ayvalık’a her yaz gelenler en sakin havalarda bile yanlarında ince bir hırka bulundururlar. Ortaya çıkabilecek tekinsiz hadiselerden hafifçe irkilerek ama bundan keyif de alarak kendilerini kasabanın ruhuna teslim ederler. Rum evlerindeki büyülü atmosferin tadını çıkarırlar. Bazıları denize karşı içilecek öğle rakısının bu gibi sanrılara iyi geleceği kanısındadır.

Gidenler, görenler karşı adada da benzer hadiselerin yaşandığını anlatmaktadır.



12 görüntüleme0 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör

留言


bottom of page