top of page

“İstemem Salavatçık, İsterim Kolyozcuk”-Nihan Taştekin

Güncelleme tarihi: 6 Oca

Mehmet Başaran’dan belgesel-roman olarak da okunabilecek bir anlatı: Yüreğin sesi Zeytin Ülkesi.

Yüreğin Sesi Zeytin Ülkesi, bir eski Edremit anlatısı. Yazarın şiirselliği abartmayan arı duru diliyle, insanı çok yönlü kavrama çabasıyla, insan sevgisini doğa sevgisinin üstüne koymayışıyla okuru etkilediği bir anlatı olmasının yanı sıra, bir gezici öğretmenin dönemin bir Ege kasabasından aktardığı yer yer hüzünlü, acı veren ama bazen de güldürücü anekdotlarla zenginleşen bir tarihi belgesel-roman.

Zaman 1940’ların sonu ile 1950’lerin başları.  Türkiye’de çok partili döneme geçilmiş, CHP’nin bağrında büyüyen Demokrat Parti var gücüyle seçime hazırlanıyor. Devletin bütün katlarında, halk arasında ve özellikle köylük yerlerde örgütlenmesini sürdürüyor. “Particilik almış yürümüş.” İlk kazanımlarından biri, Köy Enstitülerinin kapatılması kararını İsmet İnönü’ye aldırmak oluyor. “Yıllarca sinsi bir kuşatılmışlığı yaşadıktan sonra kurtulduk sanıyordum ben… Ama öyle değilmiş, büsbütün çekilip gitmemişler. Bizi sıkan çemberi gevşetmişler… Atlarının itlerinin sesi uzaklaşır gibi olmuş sadece… Açıkça ortaya çıkmıyorlar da, kılık değiştirmeler, ince oyunlarla sürdürüyorlar gayrı. Karanlıklara gölgelere bürünmüşler… Milat öncesinin saldırganları bunlar… Yıkıntılığın gövermesi, ocakların tütmesi ürkütüyor onları…Düşünün bir, ülkenin en uzak köşelerinde, en ıssız dağ başlarında binlerce aydınlık öncüsü...Tonguç’un dediği çıkmıştı. Baştaki partinin Kurtuluş Savaşı’ndan gelen kanadı yıkılmış, ağalar, savaş zenginleri iktidar olmuştu. Onları yıkmağa çalışanlar da… Al onu vur ona…”

Mehmet Başaran da Köy Enstitüsü’nden yetişme bir öğretmen; işine sevdalı, mesleğinin kutsallığına inanmış bir idealist. O da öteki pek çok Köy Enstitülü öğretmen gibi kovuşturuluyor, hakkında dosyalar hazırlanıyor, derken sürgün gibi bir görev yeri değişikliğiyle Edremit’e Gezici Başöğretmen olarak atanıyor. O günlerin Edremit’iyle ilk karşılaşmasını anlattığı satırlar, bugünün yazlıkçı sitelerince işgal edilmiş Edremit’ini ve altın tröstlerinin deliş deşik ettiği Kazdağları’nı bilenleri ağlatacak kadar uzak bir ülkeyi, yitirilmiş bir cenneti betimliyor:

“Yolcuların ‘çukur’ dedikleri Edremit ovası, tabak gibi önümüzde serilmişti. Ta uçta Ege denizi yalbırdıyordu… Gerçekten de coşturucuydu görünüm. Göz alabildiğine yayılan zeytin yeşili ovaya, mavi yarıntılı dağlara, kıvrıla büküle giden ak çakıntılı sulara baktıkça gözlerim kamaşıyordu… Tüm güzelliklerini, hünerlerini ortaya dökmüştü doğa… Işık, renk çağlayanıydı her yan… Deniz bırakıyor ova alıyor, ova susuyor, dağlar başlıyordu... Aşağılarda daha da çarpıcıydı doğa… İğri büğrü, kara kovuklu gövdeleriyle bir eski zaman ormanıydı zeytinlik… Seslensem başımıza toplanıverecekti sevdiğim masal halkı sanki. Ayva nar bahçeleri geliyordu sonra… Gömgök yapraklar arasında, güneş parçası ayvalar, çatlamış narlar, balları damlayan, yarılmış incirler… Şarapsı ince bir buğu… Baş döndürücü meyva kokuları... Sağda bir Kuruçay, solda bayram yeri gibi cıvıl cıvıl, kocaman bir park… Ulu çınarların yeşil tünelinden, bembeyaz bir kasabaya girdik…”

Bu bembeyaz kasabaya yamalı bir çuvalla iner başöğretmen. Milli Eğitim memurundan kaymakamına, hangi devlet görevlisiyle tanışsa aynı yakınmaları dinler: Köy öğretmenleri başlarına bela olmuştur. “Ama başöğretmen” ocak söndürücülerden değil, ocak tüttürücülerdendir. Yılmadan, altı yıl boyunca, 9. Bölge Gezici Başöğretmen olarak köy köy dolaşır. Köylerine okul yapılacağı müjdesini verdiğinde bir köylü, “Bak şu Osmanlının işine, bize okul ha!..” der; Cumhuriyet daha Hallaçlar köyüne uğramamıştır. Yan bakan muhtarların sayısı el üstünde tutanlarınkinden çoktur. Bir kahvede Hamdi Baba ile tanışır, bir halk bilgesidir Hamdi Baba; zamanında Sabahattin Ali ile de dostluk etmiştir. Ondan duyduğu bir sözü yineler başöğretmene:

“Baharda incirlerimizden süt, güzün bal damlar. Narlarımızın çiçekleri kan kırmızıdır. Ama yağına lokmamızı bandığımız zeytin acıdır, yiğen.”

Bu acıyı, bir gözlemcinin yansızlığıyla, Tayfalar, Odalar ve Başakçılar başlıkları altında resmediyor Başaran. Aşağıda yapıyı bozmadan, alıntılarla özetlemeye çalışacağım bu bölümleri; oynayamayanların o bilinen özrüne sığınarak: Yerimiz dar... Bundan sonrası kitabın izini sürecek meraklı okura kalmış. Ama mademki bir şenliğe davetliyiz; gülümseten bir anekdotla veda edelim:

“… (Adalı) yorgan döşek, serilmiş yatıyormuş aylardır. Umut kesilmiş kendisinden. Ha son soluk, de son soluk. Başlamış salavat getirmeye yanındakiler… O kendinden geçmiş Adalı, gözlerini açıvermiş birden, isyan edercesine parlamış:

“İstemem salavatçık

İsterim kolyozcuk

Kokayım kokayım da

Başucuma sokayım…”

Tayfalar

“Nerde akşam, orda sabah

Yitirdim gençliğimi el tarlasında

“Dallar yerlere sarkmıştı, dolgun taneler iyice seçiliyordu ıraktan. Ekşimsi bir koku başlamıştı zeytinliğin havasında. Kendi ağırlığına dayanamayan ergin taneler yerlerdeydi. Dökülme artıyordu gün geçtikçe. Hasır gibiydi kimi ağaçların dipleri. Asfalt yollardaki benzin lekelerini andıran karaltılar büyüyordu, ezilen tanelerin sularıyla toprakta…

Silkim yaklaşıyordu.

Hasat, kış ağzına geliyordu zeytin ülkesinde. Hazırlıklar başlamıştı. Her yıl olduğu gibi bu yıl da ürünü ağacında satacaktı çokları. Dalları, gözleriyle tartan ‘tahminciler’ ovaya yayılmıştı. Zeytin alıcılarının adamlarıydı bunlar. ‘Dereli Yolu’nu, Köylüce Altı’nı, Sarnıç Bayırı’nı dolaştım. Tamamı şu kadar çuval’ diyorlardı. O kadar çuval üzerinden görülüyordu hesap. Alıcıya yarıyordu bu da…

Ovanın dört bir yanında, minarelerle yarış edercesine göğe yükselen otuz beş fabrika bacası, tütebilmek için tayfaların gelmesini bekliyordu… Balıkesir yolundan, Çanakkale yolundan sökün etmişlerdi. Köyler bir yerden bir yere göç ediyordu sanki.


Önce “dipler” alınmaya başladı.

‘Aracılar’, ağaların adamları, çoktan Ergimi yanlarını, dağ köylerini, öteyüzü tutmuştu. Tırım tırım ‘tayfa’ topluyorlardı. Ovadaki milyonlarca ağaç, dalları zedelenmeden, usta sırıkçılar eliyle silkilecek; taneyi, eli tez tayfalar, “bicik bicik” toplayacaktı.

Ovanın dört bir yanında, minarelerle yarış edercesine göğe yükselen otuz beş fabrika bacası, tütebilmek için tayfaların gelmesini bekliyordu… Balıkesir yolundan, Çanakkale yolundan sökün etmişlerdi. Köyler bir yerden bir yere göç ediyordu sanki. İstatistikleri bilmiyordum, ama şu yolların ağzı dili olmalı da, günde içi tıklım tıklım dolu kaç tayfa kamyonu geçer, demeli bir. Yaşlılar, çocuğu kucağında kadınlar, gelinlik kızlar, okul çağında çocuklar, sıkış tepiş geliyorlardı. Yorganları, birkaç kap kacakları, bulgur torbaları yanlarındaydı. Hallerinin yamanlığı gözlerinden okunuyordu. Küme küme, ‘oda’ denilen, yaşanması zor yerlerde barınacaklardı aylarca… Odaların önünde bulgur aşı pişirmeğe çalışanlar, çamaşır yuyanlar… Lambaların, fenerlerin kör ışığında kımıl kımıl bir kalabalık…

Daha sabahın zehri kırılmadan yollara dökülüyorlardı. Yirmişer otuzar, ellerinde azık çıkınları, sepetler, çuvallar, uzak tarlalara doğru yürüyorlardı. Bütün yaz sessiz, donmuş gibi duran zeytinlik canlanıyor, bir çatırtıdır sarıyordu ovayı… Bağırışlar, küfürler, türkülerle doluyordu hava…

Sırıkçı, gergin vücuduyla akşamlara değin dalların üzerindeydi, fındık dalından bir sırığı sallıyordu… Birine dur dinlence yoktu. Biraz konuşmak, soluklanmak isteseler az ötede kazık sıçanı gibi dikilen ‘Kâhyanın’ yüzü asılıyor, sesi yükseliyordu.

“Çeneyi bırakın bakeem, eylenceye mi çalışmaya mı geldiniz buraya? Etek dolusu para döküyor ağam, alceniz yöğmiyeyi hak edin.”

Zeytin toplama zamanı, hangi okula uğrasam, sıraların yarısı boş oluyordu. Çocuklar hep zeytine gidiyordu; ne edeceklerini şaşırıyordu öğretmenler… Devam kovuşturması yapsalar bir türlü, yapmasalar bir türlüydü… Ben kurtuluyordum yollarda yalnız yürümekten, ıssızlıktan…”

Başakçılar

“Silkim sona ermiş, aylardan beri duyulan sırık sesleri dinmişti. Başlarına gümüş pullu yazmalarını sarmış, etekleri püsküllü, alacalı önlüklerini bellerine dolamış Türkmen kızları, solgun çarşaflı göçmenler, ırakların perişan kılıklı, yorgun yüzlü garipleri zeytin arasında görünmüyordu gayrı… Başak, ovanın başak vaktiydi şimdi… Birer gölge gibi dolaşanlar vardı iç yanlarda. Bir şeyler yitirmişçesine telaşlıydılar. Her taşın, otun yaprağın dibini yokluyorlardı heyecanla. Yoksul erkekler, yaşlı kadınlar, ikide bir ellerini hohlayan okul çağında çocuklardı bunlar. Kiminin elinde bir sepet, kiminin de kirli bir torba vardı. Gömü bulacakmışçasına yerleri tırım tırım arıyor, bir ağacın dibinden öbürüne, birbirlerinden önce varmağa çalışıyorlardı. ‘Başakçı’ deniyordu onlara. Tayfaların unuttuğu, görmediği taneleri topluyorlardı… Üç oradan beş buradan, bakarsın bir iki yöğmiye doğrultabilirdi.. Ellerinde yarım sepetleri, torbalarıyla silkimi geç kalmış bir tarlanın yanından geçerlerken, kır bekçileri çıkıverirdi önlerine bazen… Zeytin hırsızı yakaladık diye, tutup muhtarlığa getiriverirlerdi direnenleri… Kurnaz alıcılar, yanlarında yağlı çuvalları, topuzlu kantarlarıyla başakçıların dönmelerini beklerlerdi köy yollarının başında… Böyleydi işte bu kahpe dünya, pıtraklı memleket! Bir malının menalının hesabını bilmeyenler, İstanbul’un lüks otellerini deve hanı yapmağa kalkışanlar; bir de onların döküntüleriyle yaşamağa çalışanlar vardı bir yanda…”



 

24 görüntüleme0 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör

Comments


bottom of page