top of page

Gölgeleri Koştururum Hep-Esme Aras

Güncelleme tarihi: 5 Oca

İkindi saatlerinde martılar suyun üstünde bir araya toplaştığında, havanın değişeceği Yalçın dışındaki herkes tarafından anlaşılmıştı. Denizin yüzeyinde ürpertiler gezindi önce. Rüzgâr çıktı çıkacak. Yapraklar, sanki sırıkçılar dalları dövüp de taneleri yaygıların üzerine silkeliyormuşçasına zeytinliklerde öfkeyle hışırdadı. İncecik bir toz kalkarak kentin berraklığını kademe kademe perdeledi. Sonra deniz, şiddeti giderek artan çalkantılarla kabardı. Yağmurla birlikte ıslak esen rüzgâr, Rum evlerinin taş duvarlarına, ahşap kapı pervazlarına vurmaya başladı. Odaları havalandırmak için bırakılan açıklıklardan içerilere dolarken, hemen koşup da kanatlar kapatılmazsa, asılı oldukları rustiklerde çılgınca dans eden örgü perdeler sırılsıklam olacaktı.

           

Hava iyiden iyiye kararıp kenti gölgelediğinde yağmurun ışığı arka arkaya birkaç kez daha çaktı. Zeus, bulutların arkasından var gücüyle üflüyor, kıyıda tonoza bağlı tekneleri kaldırıp kaldırıp denize çalıyordu. Geldiğinin daha ilk günü böyle bir manzarayla karşılanmayı beklemeyen Yalçın, dışarı adım atamamıştı. Pencereden bakarken kapana kısıldığını düşünüyordu. Sicim gibi yağan yağmurun ne zaman dineceğini tanrı bilirdi artık!


Uyandığında Zeus’un öfkesi dinmiş, Poseidon sakinlemişti. Bir kadın pazar arabasının tekerleklerini takırdatarak geçiyordu sokaktan. Aşınmış lastiğin arnavutkaldırımlarına her çarpışında çıkardığı metalik sese açmıştı gözlerini. Muhtemelen dişsiz ağzıyla, hâlini hatırını sormakta olan, kendinden genç birine peltek konuşmasıyla cevap veriyordu. Yalçın, yattığı yerden konuşmaları dinledi. Kent alışılagelmiş bir güne daha başlamışken kalkıp perdeyi araladı. Ekimin renkleri yeryüzüne, güneşin pembeliği de yüzüne vurdu. Hiçliğin eşiğinde durmuş, içinden dışına, yıkanmış, arınmış bir hayata bakıyordu şimdi. O bakış süresince yokluğun nasıl anlatılabileceğini düşündü. Bu fikri kafasında evirip çevirirken, bırakmaya çalıştığı sigarasına uzandı. Yazması gerekenler aklına geldiği için yüzü birden kararıvermişti. Bilgisayarın karşısına ne zaman otursa sözcükler satırın kenarından dökülüyor, harfler birer birer aşağıya düşüyor gibi geliyordu ona. Yazamıyordu. İlk nefesi çekerken, “Yavaş yavaş,” dedi kendine, “acele etme.” Yeterince sabırlı olur, etrafına dikkatli bakarsa hikâyenin gelip onu bulacağını biliyordu.

           

“Denizi olan bir kentte hemen sahile inmek yerine bilmediğin arka sokaklara dalmalısın,” diye ona yol gösteren o belli belirsiz sesi takip etti. “Bu aylarda tenha ve sessiz olur bizim kasaba.” Bunu söylerken Aydan’ın hevesi, yeşermiş makilikler gibiydi o bahar sabahında, gözleri boncuklu. Ekmeğine reçel sürerken günün yumuşak ışığı kahvaltı masasına, oradan da pembe beyaz yüzündeki altın rengi kirpiklerine vuruyordu. “Bu kaotik şehirde hayatın sorunlarıyla baş edemediğim her an eskiye koşuyorum. Anneannemin sabun kokulu, kanaviçe işli, sakız beyazı çarşaflarının üzerinde cenin pozisyonunu alıyorum,” diye anlatırken, “biliyor musun kokular ait olduğumuz yerleri hatırlatır, olmadığımız yerlerin altını çizermiş,” deyip sustu. Eline bulaşan reçel kalıntısını emerken, Yalçın sesinde bir durgunluk mu sezmişti? Ardından hayat altındaki ocağın alınlığında hem dekoratif görünsün hem de içine toz ve böcek kaçmasın diye anneannesinin, ördüğü tığ işi renkli karanfilleri emaye mavi çaydanlığın emziğine yerleştirdiğinden söz etti. Lafı burada kesip, “Neden özellikle orası diye sormuyorsun hiç,” dedi onu dinleyen Yalçın’a gözlerini dikerek. Cevabı beklemeden, “Olsun, ben yine de söyleyeyim,” dedi, “çünkü oraya gidersem… Kaybettiğim şeyleri bulacağıma dair bir his oluşuyor içimde, sanki! Çocukluğumu, eskinin sakinliğini, yavaş akan zamanı, henüz örselenmemiş yaban doğayı, yuvarlanan zeytin taneleri gibi zamanda kaybolan annemi, anneannemi… belki seni… beni… ve doyumsuz özlemlerimi.” Sonra aniden cilveli bir gülüşle, “Kendime inşa ettiğim bir sığınak işte,” demişti, küçük bir kız gibi. Çok uzakta kalmış anıları anımsamak şu anda içini ısıtsa da, kendinden hayli genç olduğu kadar çekici zekâya sahip bu güzel ve neşeli kadının, onu bırakıp başka bir kente gittiği gerçeği aklına gelince buruldu. Aydan âdeta bir kement atıp kendine bağlamıştı Yalçın’ı. Tıpkı bir kentin, insanı zamanla kendine bağladığı gibi. Uzaklaşınca özlendiğinden habersiz…

           

Yol üstündeki peksimet fırınına uğrayıp, asmalı meydanlıkta sırtını güneşe vermiş, tembel tembel oturan insanların arasına karıştı. Köşedeki masada müşterileriyle laflayan kahveciye, eliyle çay karıştırma işareti yaptı. Boş bardaklar, susam ve kırıntılar, kumaşın bir ucu yer yer akmış bordo masa örtüsünün üstündeki yerini aldığında top sakalını sıvazlayıp arkasına yaslandı. Canı sigara çekmişti ama isteğine direndi. Etrafına bakındığında, elleri öpülesi yaşlı insanlarla dolmuştu kahve. Çoğu bu yörenin emektarları olan zeytin ve sabun işçileriydi.

           

O esnada Yağcı Hasan ekseri erkenci; az ötede dinelmiş, grisi donuklaşmış gözleriyle kendisini arayan kadim dostunu görünce sağ elini hafifçe havaya kaldırdı. Aynı masada buluştuklarında, kasketini çıkartıp oturan Sabuncu Mehmet’i “Merabayın” diyerek selamladı. Sonra alışılagelmiş bir tavırla, yüzyıl gibi gelen bir hüzünle bir süre sustular. Mehmet’in kostik solumaktan körük gibi inip kalkan göğsünün normal ritmine dönmesini beklediler sabırla. Onlar susarken birkaç kumru ötüşüyle aheste akıyordu zaman. Ta ki, iki ihtiyar yan masadan yükselen şen lakırdılara başlarını çevirip bakana dek. İhtiyarlar dikkat kesilip Yalçın da onlarla bir kulak kabarttığında, “Ya gidinin şerefsizi,” diyordu gençten birine kahvenin gediklisi. Tavlada yenilmişti. Oyun az sonra el değiştirdiğinde yılların verdiği alışkanlıkla orta şekerli kahveleri getirip masaya bıraktı kahveci. Yalçın’ın önündeki boşları, bardak ve fincan altlıklarına sıkıştırılmış paraları topladı, küllükleri değiştirdi.

           

Biri Kavala diğeri Girit mübadili olan bu iki adam kasabanın en büyük fabrikasından emekli olmuştu. 1337 tevellütlü Hanya eşrafından Mehmet gençliğinden beri sabun, ondan bir yaş küçük Zigoş doğumlu Hasan da yağ tadım ustasıydı. Aynı mahallede otururlar, eşleri iyi anlaşırdı. Çocukları birlikte büyümüş, aynı okulda okumuştu. Torunları da arkadaştı şimdi, bundan henüz kimsenin haberi yoktu ama ileride evleneceklerdi. Yıllar bir kuşun kanat çırpışından çıkan yel kadar çabuk geçmiş, sevdalanacak yaşa gelmişlerdi. Daha düne kadar zeytine giderken bindikleri tek arabada, adam, atı Kula’yı kırbaçladıkça gözlerini yumuyor annesinin göğsüne sokuluyordu kız torun. Bordo yün şalına sarınmış anneannesi ona bakarak, kendi dilinde psihimu[1], demişti. At çok yaşlı ve hastaydı. Kırbaçlanmaya rağmen bir türlü ilerlemiyor, ne yapsan çekemiyordu yükünü. Sağrısından damlayan terler kara asfaltta ıslak izler bırakmıştı. Daha fazla dayanamayıp en sonunda arka ayakları üstüne çöküp kaldı. Bu kez atı kastederek, içine kaçan bir sesle mırıldandı anneanne, “Ah, kakomiri[2].”


“Böyle olmaz, bu senin ekmek teknen,” dedi Mehmet arabacı Halil’e, “hadi, bir an evvel dön evine.”

           

Çoluk çocuk patikadan yürüyerek devam ettiler… Zeytinliklerde gün boyu sepetini kim daha çabuk dolduracak yarışmaları yapılıyor, bereketin simgesi sayılan ikiz zeytin bulan toplayıcı kadınlar bahşişi kapmak için mal sahibine koşuyordu. Küçük Ahmet de bakla kadar sepetini çuvala boşaltıp Yağcı Hasan’ın karşısına geçtiğinde, dua edermişçesine ellerini açarak bekledi. Dede çaktırmadan bir beş liralık çıkardı cebinden. Ama hemen göstermedi. Parayı avcuna saklamış, bir illüzyonist ustalığıyla parmaklarını açıp kapayarak, asker arkadaşından yarım yamalak hatırladığı kadarıyla büyülü sözler uydurmaya başlamıştı: “Enda italyaniki kerizifoniki ye ye, aftanis maftanis kokordiyanis,” deyip “ciuv” nidasına eşlik eden son bir hareketle parayı gösterdi. Onu meraklı gözlerle izleyen zeytin gözlü oğlan hem şaşırmış hem çok neşelenmişti. Olduğu yerde zıp zıp, “Bi daha, bi daha,” diye bağırıyordu.           

Karşılıklı oturdukları masada, “Kasım da sıcak giderse mahsul yerde kalmaz inşallah,” diyerek sessizliği bozdu Hasan.

           

Sonbahar geldi mi gökyüzü kül rengi yağmurluğunu geçiriverirdi üstüne. Bundan böyle güneş daha az görünür, Mehmet’in nefes almasını iyice güçleştiren, iliklere işleyen nemli bir iklim örterdi kentin üstünü.

           

Mehmet, asmanın dalları arasından parıldayan güneşe bakarak gülümsedi, “Yazın da gölgeleri koştururum hep,” dedi. 

          

“Siyah file çorabın üstüne giydiği kısacık kot şortuyla bir genç kız, kahvenin önünden aldırmazlıkla geçerken, Yalçın o tarafa kaçamak bir bakış atıp sahile inmek üzere hareketlendi. Şimdi dar sokakları takip ederek geldiği kıyıda, dumanlı gözlerle ufka bakıyordu. Böyle zamanlarda denizin sesi yetersiz kaldığında, martılar imdada yetişirdi. Bir an gerisin geri dönmeye niyetlendi. Dönse, ihtiyarları bıraktığı yerde bulacağından emin. Onları düşünerek, zihninde, bir terzi titizliğiyle sözü iğne deliğinden geçirmeye başladı. Cümleleri eşitleyip paragrafları teyelledi. İğne ardı dikişe başladığında, öykünün bitmiş hâlini hayal edebiliyordu. Sonunda sabit dikişle sağlamladığında eseri ortaya çıkacaktı. Bir anda zeytinler meyveye durmuş değil de çiçek açmış gibi geldi ona. Dalların ıslıklanışını bile duydu. Tabiat onu çağırıyordu. Bu sevinci ıslatmak üzere keyifli bir ıslıkla Tenekeciler Sokağı’nın yolunu tuttu.


[1]    Kelebeğim

 

[2]    Zavallıcık



 

10 görüntüleme0 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör

Comments


bottom of page