Vapurun arkasından yuvarlanarak akıp giden sulara içini döküyordu ihtiyar.
“Uzaklarda kaldı her şey. Gerilerde, bir daha gelmeyecek zamanlarda. Irmağın öteki yanındayım artık, gelip beni almalarını bekliyorum. Bir de unutabilsem ardımda bıraktığım her şeyi…”
Yalnızca olaylar kalmış belleğinde, ayrıntılar silinip gitmiş, öyle diyor. Onların da duygusu kalmamış. Kül gibi işte, en fazlası, toz.
İhtiyarı dinlerken bordada telefonla konuşan gençten adamın söyledikleri takılmıştı aklıma. İkisi arasında bağlantı kurmak zor olmamıştı, baba oğuldu bunlar.
Oğulun söylediğine göre, baba İstanbul’dan kaçıp köye dönmüştü. Üstelik bu yaşında, böyle zor bir yolculuğu bir başına kotarmıştı. Bence yolu doğrultabilmesi bile övgüyü hak ediyordu ihtiyarın.
Evinin yıkıntıları arasında dolaşırken, sekiz on yaşlarında var yok, toplaşmış köyün bebeleri. Köyden ayrılalı bunca yıl, çocukların hiçbiri tanımamış ihtiyarı, komşu köylerden birinden olduğunu düşünmüşler. Yolu şaşırdığını sanarak sorup soruştururlarmış.
“Ben de onları tanıyamadım. Kimin veletleri olduklarını sordum, soytarının enikleri, söylemedi hiçbiri. Ben de inat ettim, söylemedim kim olduğumu! Bilmeleri icap ederdi!”
Oğlunun söyledikleriyse, biraz farklıydı babanınkilerden.
“Zeytinlikte uyurken, köpeklerden biri bulmuş babamı. Hani şu satıp savdığımız, evin önündeki zeytinlik. Köpek deyip geçmemek lazım, boynuna sarılır, kucağına çıkmaya uğraşırmış gelip. Kimseyi yaklaştırmamış yanına. Köpeğe sarılıp ağlarmış babam. Akranlarını sorarmış, hayvancağız sanki dile gelecek de anlatmaya başlayacak. Ölmeye geldim ben buraya, gitmem bir daha, der dururmuş. Bir elinde değnek, diğerinde uzun, içi boşalmış, eski usul yastığı…”
Köylü bir iki saatte toplaşmış yanına. Evlerine götürmeye zorlamışlar ama hiçbiriyle gitmemiş, ben burada yatacağım diye tutturmuş ihtiyar. Elini ayağını yıkamış, yedirip içirmişler neyse ki. Yaşlı bir nene, “nefesinizi tüketmeyin boş yere, domuzdan beterdir o,” deyince, zeytinin birinin altına yer yatağı yapmışlar en son…
İhtiyar sorduklarıma ilgisiz görünüyor ama kendi kendine söylenip duruyordu ha bire.
“Peki ya zeytin neyin nesi,” dedim arada. “Kavak var, iğde var, dut, alıç, ahlat… Neden, zeytin?”
Oğlundan duymuştum zeytini.
Özenle sakladığı bir sırrı ortaya çıkmış gibi bocaladı önce, sağa sola bakındı, sesin nereden geldiğini anlamaya çalıştı. Önemsemediğini gösterir gibi elini kolunu salladı.
Sabırla dinlemiş, öğrenmiştim ben. Oğlu, telefondakine anlatıyordu. “Babam sevip okşarmış ağacı... Evlendiklerinin sabahı, annemle birlikte diktikleri zeytin ağacıymış o.”
Akşam yemekleri o zeytinin altında yeniyordu da, çekirgeler, cırcır böcekleri, kurbağalar bir atışma tutturuyorlardı gecede. Otururken içi geçiyor, yıldızlara bakarken, ot, yonca, tezek kokularının arasında külçe gibi uyuyakalıyordu.
“Bir de yastık varmış, o neyin nesi sahi?”
Hoplar gibi kalkacak oldu yerinden. Önce çevresine bakındı, sonra sulara. Bir süre sesimi arandı durdu.
“O öleli çok oldu,” dedi. “Yastık, ondan bana yadigâr.” Son hecede yığılıp kalmıştı sesi.
Oğlunun ya da bir başkasının anlamasını beklemek nasıl da zordu, oysa anlamıştım ben. Karısının, baba evinden getirdiği yastıktı. Onca karmaşada bir yerlerde unutmamış, kimseye de kaptırmamıştı ihtiyar. Yastık, iki kişilikti. Aynı yastığa baş koymak gibi yani.”
Kommentare